Yunus Emre-Hayatı Ve Bütün Şiirleri.

Yunus Emre-Hayatı Ve Bütün Şiirleri. 

Yunus’un Yaşadığı Çağ 

Kösedağ’ı Yenilgisi (641 H. 26 Haziran 1243), Selçuk İmparatorluğu’nu temelinden sarsmıştı. Moğollar, Sivas’a yürümüşler, Sivas kadısının şefaatiyle halka dokunmamışlar, şehri üç gün yağma etmişler, oradan Kayseri’ye geçmişler, erkekleri kılıçtan geçirmişler, kadınlarla çocukları alıp yola çıkmışlardı. Yolda yürüyemeyenleri öldürüyorlar, her yana dehşet saçıyorlardı. Selçuklular, yıldan yıla ağır bir vergi vermeye razı olarak Moğollarla uzlaşmışlardı. II. Gıyâseddin Keyhusrev’in ölümünden sonra ülkede yer yer isyanlar çıkmış, beyler bağımsız kalmışlar, birbirlerine düşmüşlerdi. 

Moğol kumandanı Baycu, bir kere daha Anadolu’ya yürüdü. 1256’da Konya yakınlarında savaşta Selçuk ordusu bozguna uğradı. Gıyâseddin’in hapiste bulunan oğlu IV. Rükneddin Kılıçarslan tahta çıkarıldı. Baycu, Konya’nın batısında, şehre dört saatlik mesafede bulunan Kızılviran’da oturuyordu. Kılıçarslan’ı da yanına almıştı. Uzun bir süre Konya’da kalan Moğollar, giderlerken Selçuk hükümdarlarının mezarları bulunan kaleden başka bütün kaleleri yıktılar, Moğollardan sonra Anadolu’da bir kardeş kavgasıdır başladı. Sonunda Rükneddin’le İzzeddin ülkeyi paylaşmayı kararlaştırdılar. Fakat Pervâne, Moğolların yardımıyla Rükneddin’in üstünlüğünü sağladı; İzzeddin Bizans’a kaçtı. 

Rükneddin, bütün devlet işlerini eline almış olan Muîrneddin’i ortadan kaldırmak istiyordu. Bunu anlayan Muîneddin, 1265’te Rükneddin’i öldürttü; yerine iki buçuk yahut altı yaşında oğlu III. Gıyâseddin Keyhusrev’i getirdi. Anadolu, artık İlhanlıların bir eyaleti hükmündeydi. 

1277’de Muîneddin, büyük vezir Sâhib Fahreddin Ali ve IV. Rükneddin Kılıçarslan’ın kızı Selçuk Hâtûn’u nişanlısı Abaka’ya götürmek üzere yola çıkmıştı. Fakat halk, hatta beyler buna razı değillerdi. Beylerden Horasanlı Hatıroğlu, kardeşi Zahîreddin’i, Moğollara düşmanlığıyla ün kazanmış olan Mısır hükümdarı Melik’üz-Zâhir Baybars’a, yardım istemek üzere gönderdi. Karamanlılarla uçbeyleri de Hatıroğlu’ya uydular. Niğde civarında muhafız olarak bulunan iki yüz Moğol erini kılıçtan geçirdiler. Şam askeri de Anadolu’ya girmişti. Hatıroğlu, tam bir zafer kazandığını sanarak dört bir yana fetih-nâmeler gönderiyor, bir yandan da gelen orduyu beslemek için halktan zorla para ve yiyecek topluyordu. 

Moğollar, bunun üzerine harekete geçtiler. Mısır ordusu da erzaksızlıktan Anadolu’dan çekildi. Hatıroğlu Şerefeddin, Niğde’yle Adana arasındaki Loluva Kalesi’ne sığınmak zorunda kaldı. Kale muhafızı, Moğollardan korkarak Hatıroğlu’yu teslim etti. Sorguda bütün iş ortakları meydana çıktı. Kendisi öldürüldü. Pek büyük bir yekûn tutan malları yağmalandı. 

Hatıroğlu’nun tarafını tutan Karamanlılar, Moğollara vergi vermemek için son bir gayretle silaha sarıldılar; Moğollar bozuldu. Uçbeyleri de vergi yüzünden Moğollarla savaşa girişip üstlerine gelen orduyu bozguna uğrattılar. 

Bahar çağında Baybars, büyük bir orduyla Anadolu’ya girdi; Moğolları bozdu. Bir yandan Moğollarla arasını açmamaya çalışan, bir yandan da Baybars’a taraftarlık eden Muîneddin, Kayseri’ye, oradan da Tokat’a kaçmıştı. Baybars, Kayseri’de on gün kadar kaldıktan sonra erzak sıkıntısı yüzünden Anadolu’dan ayrıldı. Bu arada Abaka Anadolu’ya geldi. Muîneddin’i, Baybars’ıngeleceğini bildiği halde haber vermemekle töhmetleyip giderken beraber götürdü; Aladağ’da öldürttü (676 H. 1277). 

Bu son mağlubiyet, Selçukluların ileri gelenlerine pek büyük bir tesir yaptı. İleri gelenler, adeta yarışırcasına öte dünyaya göç etmeye başladılar. Atabek Mecdeddin Abaka’yı geçirdikten sonra Sivas’ta vefat etti; Tâceddin Mu’tez, onu takip etti; bir kısmıysa Şam ülkesine sığındı. 

Aynı yılda, bir müddet dervişlik kisvesine bürünmüş olan Cimri, İzzeddin Keykâvus’un oğlu Gıyâseddin Siyâvuş olduğunu ileri sürerek isyan etti. İbni Bibi’ye göre “Kızıl külahlı, çarıklı, kara kilimli Türkmenler”le Konya’yı zapt etti; adına hutbe okuttu. Karamanoğlu Mehmed Bey vezirlik makamına getirildi. Bu isyanı idare edenler, Moğol akını yüzünden Horasan’dan göçüp Amasya’ya gelen Baba İlyas’la halifesi Baba İshak’ın adına gelişen ve Selçuk İmparatorluğu aleyhine bir halk isyanı mahiyetini taşıyan, Selçuk ordusunu bozan, Sivas’a yürüyen, nihayet 1241’de Baba İshak’ın Amasya’da idamına rağmen bastırılamayan, sonunda Kırşehir civarındaki Malya Ovası’nda devşirme ordu tarafından zorla bastırılan Babalılar’ın kılıç artıklarıydı. I. Alâeddin Keykubad tarafından alınan Ermenek iline Türkmen boyları yerleştirilmişti. Bu yüzden de Ermenek’e, Kamereddin ili denmişti. Kamereddin’in torunu ve Kerimeddin Karaman’ın oğlu Nûreddin Sûfî, yahut meşhur adıyla Nûre Sûfî de Baba İlyas’a mensuptu. Karaman ve kardeşleri, Anadolu Selçuklularının kardeş kavgasında İzzeddin’in tarafını tutmuşlardı, bu yüzden de Karaman’ın kardeşleri öldürülmüşlerdi. Karaman’dan sonra yerine geçen Mehmed Bey, Cimri’ye vezir olduktan sonra, divanda ve sarayda Türkçe konuşulmasına dair meşhur fermanı çıkararak bu halk hareketinin hüviyetini tarihe armağan etmişti. 

Cimri’nin başarısı uzun sürmedi. Moğolların yardımıyla Selçuklular, Cimri’yi bozguna uğratıp esir ettiler, diri diri derisi yüzüldü ve bu deri, şehirlerde gezdirildi. 

1281’de İzzeddin Keykâvus’un oğlu olup Kırım’da oturan Gıyâseddin Mes’ud, Erzincan’a gelip Abaka’ya itaatini bildirdi, Konya’da padişahlığa geçti. 1284’te Abaka’nın ölümü üzerine yerine geçen Sultan Ahmed, IV. Rükneddin Kılıçarslan’ın oğlu Gıyâseddin Keyhusrev’le Gıyâseddin Mes’ud’un, ülkeyi ikiye bölerek saltanat sürmelerini emretti. Gıyâseddin Keyhusrev, buna razı olmayınca Mes’ud tek başına hüküm sürmeye başladı, aynı zamanda Moğollardan, adına bir de ferman getirtti ve Gıyâseddin öldürüldü. Aynı yılda Moğol ordusu Erzincan’a geldi; kışı orada geçirdi. Sâhib Fahreddin Ali, tek başına bu orduyu beslemek zorunda kaldı. Elli yıldır biriktirdiğini habbesine kadar harcadı. 1284’te Keygato, Sivas’a geldi, oradan Kayseri yoluyla Aksaray’a vardı. O yıl pek şiddetli bir kış oldu. Şehirlilerin çoğu, Moğolların korkusundan ovalara dağılmıştı. Bu orduyu beslemek de Sâhib Fahreddin’e düştü. Kazvinli Fahreddin vezirlik makamına getirilmişti Sâhib Fahreddin Ali, Akşehir’de Nadir Köyü’ne göçtü ve 1288’de orada vefat etti. 

Bilgisiz ve insafsız bir adam olan Kazvinli, halka alabildiğine zulmediyordu. Nihayet halkın şikâyeti üzerine Kazvinli’yi Aladağ’a götürdüler ve 1290’da orada öldürdüler. Bu müddet içinde Ergun, Sultan Ahmed’e isyan etmiş, 1282’de padişah olmuştu. 1283’te Anadolu halkını, elinden geldikçe koruyan Sâhib-Divân, yani Moğol veziri Güveynî ölmüş, yerine pek zalim bir adam olan Alâüddevle, 1291’de Sâhib-Divân olmuş, aynı yılda öldürülmüş, Ergun da ölmüş, yerine Keygato hükümdar olmuştu. 

Keygato, 1292’de Anadolu’ya bir kere daha gelmiş, Sultan Mes’ud’un padişahlığını sağlamıştı. 1295’de ölümü üzerine yerine geçen Baydu’nun zamanında Anadolu’da her iş, Moğollara kulluk eden beylerin eline düşmüştü. Bir yandan Moğollar mal, para, erzak istemekte, bir yandan beyler, iltizamyoluyla mal elde etmeye çalışmaktaydı. Aynı yılda padişah olan Gazan Mahmud Han’ın Müslümanlığı, nispeten halkı sevindirmiş, ümitlendirmişti. Fakat Moğol beylerinden Togaçar isyan etmiş, Samakar Noyan’ın oğlu Arap Noyan’ın hükmü altındaki Danişmendiye iline girmişti. Kumandan Baltu, onu bozguna uğratıp öldürttü; fakat bu sefer de merkezi tanımamaya başladı; hatta Sultaniye’ye çağrılan Mes’ud’un gitmesine bile engel oldu. 1296’da Gazan Han’ın gönderdiği ordu isyanı bastırdı; Sultan Mes’ud, Hemedan’a götürüldü ve orada tutuklandı. Bu sırada II. İzzeddin Keykâvus’un oğlu Ferâmerz’in oğlu III. Alâeddin Keykubad, 1298’de padişah tanındı. Gene bir isyan üzerine Emir Çoban Anadolu’ya geldi. Korkusundan Sultaniye’ye gitmek üzere yola çıkan Alâeddin, yolda Şam ülkesine giden Gazan Han’a rastladı. Gazan Han, Alâeddin’i, kendisine yardıma geldi sanarak pek hoşlandı. Erzurum’dan Antalya’ya, Diyarbakır sınırlarından Sinop’a kadar uzayan ülkeyi ona verdi, Moğol hanedanından bir kızla da onu evlendirdi. Bu teveccühü hazmedemeyen Alâeddin, önüne gelen köyü yağmalamaya başladı. Antalya’yı almaya muvaffak olamadı; geriye döndü. Vardığı yerde beylere, gizli mallarını çıkarmaları için işkence ettirmeye koyuldu. Halka, halkın inancına o kadar kayıtsız bir hale gelmişti ki, Ramazan ayının yirmi altıncı günü Sivas’ta, halkın karşısında oruç yedi, şarap içti. Bütün bunlar duyulunca Moğolların Anadolu valisi Abuşka, Alâeddin’i Sultaniye’ye gönderdi. Orada halkın önünde bir meydan dayağı yedi; karısının şefaatiyle canını güç kurtardı. 

1303’te Gıyâseddin Mes’ud, tekrar padişah oldu. Ertesi yıl Gazan Han vefat etti; yerine Olcaytu Muhammed Hudâbende geçti. İsyanlar sürüp gidiyordu. İlhanlıların çöküntü devri başlamıştı. İrinci Noyan büyük bir orduyla Anadolu’ya gelmiş, Aksaray yolundaki Alâiye Kervansarayı’na sığınmış olan İlyas adlı bir isyancı yüzünden bu kervansarayı yıktırmış, bu çeşit yerleri tamir ettirmeyi de suç saymıştı. Aksaray halkını kılıçtan geçirmiş, mallarını yağma ettirmişti; Niksar da aynı akıbete uğramıştı. Gıyâseddin, 1308’de Kayseri’de ölmüş, Anadolu Selçuklularından III. Alâeddin, 1301- 1302’de Isfahan’da idam edilmiş, Sultan Mes’ud’un oğlu Gazi, İlhanlılar tarafından Kastamonu ve Sinop’tan İznik ve Saruhan’a kadar uzayan bölgeye hükümdar tayin edilmiş, fakat hükmü, Sinop’tan başka bir yerde yürümemişti. 1322’de Sinop’ta ölmüş, Anadolu Selçuk İmparatorluğu da tarihe karışmıştı. 

1315’te Emir Çoban, Muhammed Hudâbende tarafından Anadolu’ya gönderilmişti. Karamanoğulları’ndan başka bütün beyler itaat ettiler. Emir Çoban, 1316’da vefat eden Olcaytu’nun yerine geçen Ebû-Sâid Bahâdır Han tarafından Anadolu valisi tanınmış, bir zaman İrinci Noyan’la uğraşıp onu ortadan kaldırdıktan sonra adaletle, fakat pek mutaassıbâne bir idareyle halkı yola sokmaya kalkışmıştı. Hıristiyanlarla Yahudiler, Müslümanlardan ayırt edilebilmek için muayyen renkte elbise giymeye zorlanmıştı. Bu adaletli beyin, Selçuk hanedanına mensup olanları ortadan kaldırdığı da rivayet edilir. 1320’de Emir Çoban Anadolu’dan ayrıldıktan sonra Karamanlılar tekrar Konya’yı zapt-ettiler. 

Selçuk İmparatorluğu, hâkimiyetini kaybettikten sonra Anadolu’da, Pervâneoğulları, Hamidoğulları, Germiyanoğulları, Karesioğulları, Sâhib Ataoğulları, İzmiroğulları, Saruhanoğulları, Menteşeoğulları, Aydınoğulları, Tekeoğulları, Eşrefoğulları gibi bir şehirde hüküm süren, yahut bir bölgeye hükmeden beylikler meydana gelmişti. Bu beylikler içinde en ehemmiyetli ve kuvvetlisi, Selçukluların en mühim yerlerini ellerinde tutan ve XV. Yüzyıla kadar Osmanoğulları’nı uğraştıran Karamanoğulları’ydı. 

Kurulduğu andan itibaren Söğüt Ovası’na hâkim olan Osmanlılar, 1289’da Eskişehir ve İnönü’nü almışlar, 1292’de Sakarya’nın güneyine inmişler, 1298’de Bilecik’le Yarhisar’ı, 1299 sularında İnegöl’ü zapt etmişler, 1301’de İznik’i kuşatmışlar, 1323’te Akyazı’yı, 1326’da Bursa’yı ele geçirmişlerdi. Bursa, bu beyliğin merkezi olmuştu. Sakarya havzasını elde ettikten sonra Rumeli yakasına da geçen ve Bizans’ı kuşatan bu beylik, Anadolu’yu Rumeli’ye bağlayan yollara hâkim duruma gelmişti. Bursa’da yükselen eserler, Selçuk sanatıyla Bizans sanatını bağdaştırıyordu. Cami, medrese, türbe, kervansaray kapılarında kendini gösteren Selçuk karakteri, teferruattan kaçmaya başlamış, mahruti kubbe müdevver kubbelere dönmüştü. Selçuk sanatıyla Bizans mimarisinin kaynaşmasından meydana gelen, yarım ve dörtte bir kubbelere dayanan tek kubbeli şaheserlerse, İstanbul’un fethinden sonra ibdâ edilecek, edebiyatta Farsça’nın yerine geçen Türkçe, İstanbul’un fethinden sonra şive vahdetine kavuşacaktı. 

XIII. Yüzyıl Anadolu’da Tasavvuf 

Moğollardan kaçan Hârzemlilerin Selçuklular tarafından doğu ve sınır bölgelerine yerleştirilmeleri, Moğol akınını Anadolu’ya yöneltmiş, Anadolu, XIII. Yüzyıldan XIV. Yüzyılın ilk senelerine kadar dalga dalga gelen Moğol ordularıyla çiğnenmişti. Halk, yalnız Moğollar tarafından öldürülmüyor, iç kavgalardan da canından oluyordu. Moğol ordusunu, sarayı, vezirleri, beyleri, divanı elçileri, isyan edenleri besleyen ve ölmemeye çalışan, ancak halktı, hem de savaşlardan, katl-î âmlardan kurtulabilip sağ kalan kılıç artığı halk. Herkes herkesten şüphelenmekteydi. Padişahlar bile mevkilerini korumak için Moğollara sığınıyorlar, beyler bile padişahların yakınlığını, Moğollara sığınmakla sağlıyorlardı ve bütün bu sığınmalarda iş gören paraydı, yalandı, iftiraydı. Ülkede din adına, adalet adına, sadakat adına hüküm süren zulümdü. 

Gayesi tam belirli, dileği apaçık olmamakla beraber halkı kucaklayan, idareyi istihdaf eden, düzeni ve hükümeti yıkmaya yönelen Babalılar ve Cimri isyanlarından başka sonradan “Tahtacılar” denen Ağaçerleri’nin Maraş’ta yol kesişleri, Niğde, Loluva, Sivrihisar isyanları gibi belirli bir bölgede parlayıp sönen isyanlar da eksik değildi. 1299’da olduğu gibi yağmursuzluktan meydana gelen büyük kıtlıklar, halka ölü insan etini bile yediriyordu. Yaşayış çekilmez bir yük olmuştu; herkes ümidini Tanrı’ya bağlamıştı artık. 

Bir yandan Moğol akınından Anadolu’ya göçen, bir yandan Anadolu’da yetişen sûfîler, halka hayrın, şerrin izafi olduğunu, her işin O’nun iradesinin tecellisi bulunduğunu, gerçek varlığın yoklukla olabileceğini, her işte bir hikmetin mevcudiyetini telkiyn eden, gözleri buğulayan, gönlü maddi ve gerçek yaşayıştan alan, insana boyun büktüren, teslimiyeti gaye bilen bir inancı yayacak en uygun muhiti buluyorlardı. Gerçi tasavvuf, sûfînin mezhebine ve meşrebine, bilgisine ve anlayışına göre değişiyordu; gerçi tasavvuf her şeyi Tanrı ef’alinin zuhuru bilmekle beraber, zulmedenin mazhariyetine uyup zulmettiğini, fakat karşı duranın da mazhariyetine uyup onu kökünden yok ettiğini söylüyordu; gerçi tasavvuf, yokluğu ferdiyetten, benlikten, bencillikten yok olmak, halkta, her zerrede gerçek varlıkla var olmak, kendi için değil toplum için yaşamak sayıyordu. Fakat kadercilik bu anlayışlara engel olmaktaydı; bilgisizlik, bu bilginin, bu irfanın yolunu kesmekteydi ve halkın tasavvuf inancı, bu ümitsiz alanda, kendinden geçmek, olanları görmemek suretiyle bir teselli ışığı uyandırıyordu. 

Bu çağlarda Anadolu’da, Muîneddin Pervâne tarafından kendisine Tokat’ta bir dergâh kurulan Fahreddin-i İrâkıy’yi (1239), İbn Arabî’nin (1240) Bâtınîlikle karışık ve tamamıyla mistik inançlarını Konya’da yayan oğulluğu Sadreddîn’i (1274), “Mirsâd’ül-ibâd”la tasavvufu medreseleştiren Necmeddin Dâye’yi (1343) görmekteyiz. 1035’te Şirâz’da ölen İbrahim b. Şehriyâr-ı Kâzerûnî’ye mensup Kâzerûnîyye tarikatıyla o zaman Ahmediyye denen Rıfâiliğin, ayrıca Mevlânâ’ya çok bağlı olan Hacı Mübâret Hayderî gibi Hayderîlik mümessillerinin bulunduğunu Eflâkî’den öğrenmekteyiz. Kalenderîlik bu çağlarda yalnız Anadolu’da değil, Irak, Suriye ve Mısır’da da pek yaygındı. Şıhâbeddîn-i Sühreverdi’nin (1234-1235), IV. Rükneddin Kılıçarslan zamanında, Halife En-Nâsır li Dîn’illâh (1225) tarafından elçilikle Konya’ya gelişi, Anadolu’da fütüvvet ehlinin pek yaygın bulunduğunu bize bildirdiği gibi bunu birçok kaynaklardan da öğrenmekteyiz. 

Mevlânâ Celâleddin’in (1273) çevresinde toplananlar ve bilhassa Çelebi Hüsâmeddin (1284) vasıtasıyla fütüvvet ehlini, yani sanatkârları ve esnafı Mevleviliğe bağlamıştı. Mevlânâ “Mesnevi”siyle, şiirleriyle pek az bir zamanda, hatta kendi daha sağken Anadolu sınırlarını aşmıştı. Ona uyanların yüzyıllar boyunca, apayrı ve musiki, şiir ve raks gibi üç esaslı unsura dayanan bir zümre olarak varlıklarını onun adıyla şiirinin çevresinde, “Mesnevi”sinin mihrakında toplamaya muvaffak olacakları besbelliydi.  

 Yunus’un doğduğu, yaşadığı ve ebediyete göçtüğü çağda Anadolu’da siyasi, iktisadi ve dini durum buydu. Tasavvuf zümreleriyse Ahmedîler, Kâzerûnler, Mevlânâ âşıkları, Kalenderîler, Haydarîler ve büyük mağlubiyete uğradıkları halde zümrevi varlıklarını koruyabilen ve sonradan Hacı Bektaş’ı (1270) kendilerine pir tanıyan Babâîler, Şeyh Ahmed-i Nâmıkıyy-i Câmi’ye (1141) nisbet iddia eden Câmiler gibi, gezginci derviş zümrelerinden olan Abdallar, her şehirde bulunan fütüvvet ehli ve adeta sivil asker olan ve “Rûnûd-Rindler” diye de anılan fütüvvetin kılıçlı (Seyfi) koluydu ki bunlara “Alp Erenler”, “Gaaziyân-ı Rûm” da denirdi. Bu zümrelerin, içlerinden yetişen ve büyük tanınan kişilere de nisbet edilerek adları çoğalıp durmaktaydı.


Yunus Emre 

Yunus Emre, böyle bir devirde, Orta Anadolu’da yetişmiş, kendisini tasavvufa vermiş; doğuda mezhep ayrımları hüküm sürer, kanlı hadiselere yol açarken, iltizam ve müsadere, mevki kavgalarını körükler, halkı ezerken, batıda derebeylik yayılır, sınıflar sınırlanır, topraksız halk esir olur, toprakla beraber satılır, haçlı seferleri cennete yol açar, cennet kanla ve parayla edinilirken o, tasavvufun derin ve içli hoş görürlüğüyle: 

Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan
Şer’in evliyasıysa hakıykatte asidir. 

Yetmiş iki millete kurban ol âşık isen
Tâ âşıklar safında imâm olasın sadık 

Hâs u âm muti’âsı dost kuludur cümlesi
Kime diyebilesin gel evinden daşra çık 

Her kim sana sorar ise itikadın nedir Hakk’a
Öpgil elini ayağın budur cevabına suâl 

Bir çeşmeden akan su acı tatlı olmaya
Edebdir bana yermek bir lüleden sızarım 

Yetmiş ki millete suçum budur hak dedim
Korku hiyânetdir ya ben niçin kızarım 

demiş, herkesi kucaklamış, 

Kuru idik yaş olduk kanatlandık kuş olduk
Birbirimize eş olduk uçtuk elhamdü lillâh 

Vardığımız illere şol safâ gönüllere
Halka Taptuk ma’nîsin saçtık elhamdü lillâh 

Sözleriyle inancını dile getirmiş, gönlündeki Hak ve halk sevgisini halka aşılamıştır. Ama şunu da söylememiz gerekir ki, bu derin müsâmaha Yunus’un gözlerini kapatmamış; onu, dünyayı ve dünyadaki olayları görmez bir hale getirmemiştir. Onun şiirlerinde yer yer rastladığımız beyitler devrini canlandıracak kudrettedir. Sözgelimi, 

Erenler yoludur meşe meşe kolaydır komlaşa
Meşe olan yerde beşe harâmi çok Anteri var 

beytinde, ormanların eşkıya yatağı olduğunu, 

Dosttur bizi okuyan üstümüzde şakıyan
Şimd’ üç buçuk okuyan derin danışman olur 

Danışmanın câhili onamaz dervişleri
Derviş ile danışman yavlak üleşgen olur 

Bir nicenin gönlüne şeytanlar dolup durur
Erenler semâ’ına onlar erişgen olur. 

beyitlerinde cahil hocaları, hoca-derviş savaşını belirtir. 

Ben dervişim diyenler haramı yemeyenler
Haramın yenmediği ele girince imiş.

Dışım göynü içim ham dirliğim budur müdâm
Yol vermeden bir kadem arştan veririm haber 

Dışım biliş içim yad dilim hoş gönlüm mürted
İşim yavuz iyi ad böyle fitne nerde var 

Takındım şeyhlik adın kodum maşuk tâatın
Verdim nefsin mudâfın hanı Hak ile pazar 

Halk hep ayağa durur ben seğirttim oturdum
Geçtim sadır yerine döşek kalın yerim düz, 

Bunun gibi sâlûsluk çünkim elime girdi
Artık n’işîme yarar derd ü firak âh u sûz 

gibi beyitlerdeyse, bir melamet neşesine bürünerek kendisini öne sürer, derviş geçinenlerin, ellerine geçinceye dek haram yemediklerini, şeyhliğin, dervişliğin bir kazanç vasıtası yapıldığını söylemekten çekinmez. 

İşidin hey ulular âhır zaman olısar
Sağ müslüman seyrektir ol da güman olısar

Dânişmend okur tutmaz derviş yolun gözetmez
Bu halk öğüt işitmez sağır hemen olısar 

Gitti beyler mürveti binmişler birer atı
Yediği yoksul eti içtiği kan olısar. 

Müselmanlar zamâne yatlı oldu
Helâl yenmez haram kıymetli oldu 

Okuyan Kur’an’a kulak tutulmaz
Şeytanlar semirdi kuvvetli oldu

Peygamber yerine geçen hocâlar
Bu halkın bâşına zahmetli oldu 

beyitleriyle devrini, devrindeki âlimleri, dervişleri, devletlileri en acı şekilde yerer. 

Aşkın çeri saldı benim gönlüm evi ıklîmine
Canımı esîr eyledin n’ider bana yağı Tatar 

Ol budakta biter îman, iman bitse gider güman
Dün gün işim budur hemen nefsime bir Tatar oldum 

Okursun tesnif kitap nice binâ vü i’râb
Havf u recâ sende yok öyle ki bir Tatar’sın 

beyitlerindeki “Tatar”sa Moğol’dur ve bu beyitler Moğol akınının, Yunus’un şiirine düşen akisleridir. 

Yunus’un Hayatı ve Yolu 

Yunus,
Şeyh u dânişmend ü velî cümlesi birdir er yolu
Yunus’tur dervişler kulu Taptuk gibi serveri var 

Yunus sen Taptuk’una kıl duâlar
Deme kim ne kılam bu aşk elinden 

Aşk sultânı Taptuk’durur Yunus gedâdır kapuda
Gedalara lûtfeylemek kaidedürür sultana

Taptuk’un tapısında kul olduk kapısında
Yunus miskin çiğ idi piştik elhamdü lillâh

Yine esridi Yunus Taptuk yüzün görelden
Meğer onun gönlünden bir cur’a şerbet içti 

Yunus bir doğan idi kondu Taptuk koluna
Avın şikâra geldi bu yuva kuşu değil 

gibi beyitlerle Taptuk’a mensub olduğunu açıklar; divanında on iki şiirde Taptuk’un adını anar; bunların birinde kendisine “Taptuklu Yunus” dediği gibi birinde de 

Yunus’a Tapduğ u Saltuğ u Barak’tandır nasîb
Çün gönülden cûş kıldı ben nice pinhân olam

beytiyle tarikat silsilesini bildirir. Bu beyit, bir başka nüshada 

Yûnus’a Tapduk’tan oldu hem Barak’tan Saltuğ’a
Bû nasib çün cûş kıldı ben nice pinhân olam 

tarzındadır. Her iki tarzdan da anlaşılmaktadır ki Yunus, Taptuk Baba’nın dervişidir; Taptuk, Barak Baba’nın, o da Sarı Saltuk’un halifesidir. 

Taptuk, Sakarya nehrine yakın, Mihalıççık civarında, Emre Köyü’nde yatmaktadır. İstanbul, Süleymaniye Kütüphanesi’nde, Fatih kitapları arasında 4518 No. da kayıtlı Hutenli bir kadı’nın oğlu olup Niğde’de doğan Kadı Ahmed’in 733 Zilhicce’sinin on beşinci günü tamamladığı (1333) ve Niğde’de Hâce Nizâmeddin Ahmed b.’ Aliyy-i Niğdeî’nin zaviyesinde telif ettiği “El-Veled’üş Şefıyk ve’l-Hafîd’ül Halıyk” adlı eserinden, Taptuklular denen bir zümrenin bulunduğunu, bunların, medreseliler ve onlara uyan tekkeliler tarafından hoş görülmediğini, haklarında çeşitli iftiralarda bulunulduğunu, çeşitli söylentiler olduğunu öğrenmekteyiz (Fasl-ı evvel der zikr-i Tevârih-i Enbiyâ; 41. b.)

Barak Baba hakkında Târih-i Olcaytu Muhammed Hudâbende, Târihi-Barzâlî, Ed-Dürer’ülKâmine, A’yân’ul-Asr, El-Menhel’üs-Sâfî ve likd-ül-Cüman’da epeyce bilgi vardır. Châr-darb olan, yani saç, sakal, kaş ve bıyıklarını usturayla tıraş ettiren, bazı kere de sakalını tıraş ettirip bıyıklarını koyveren Baba, Şam’a, Mısır’a gitmiş, Moğollar tarafından riayet görmüş, Muhammed Hudâbende tarafından elçilikle gönderildiği Giylan’da, 707 hicrîde (1307-1308) öldürülmüştür. Eflâkî, Gazan Han’ın Mevlânâ’nın husûsiyetlerini Kutbüddîn-i Şirâzî’den (713 H. 1313), Hûmâmeddin-i Tebrîzi’den (782 H. 1380), Hâce Reşîdeddin’den (718 H. 1318) ve Barak Baba’dan sorup öğrendiğini nakleder ki (Prof. Tahsin Yazıcı basımı Âriflerin Menkıbeleri, Türk Tarih Kurumu Yayın c. II, Ankara - 1961; s. 484) vefat tarihlerine göre adı geçenlerin bir kısmının, Mevlânâ hakkında, ancak duyduklarını naklettikleri şüphesizdir. 

Ulu Ârif Çelebi (1320), Barak Baba’nın halifesi ve Sultaniye’de onun türbesinin bulunduğu tekkede şeyh olan Hayran Emirci ile pek dosttur. 1317 yılı sonlarında Sultaniye’ye gitmiş, birçok kişilerle beraber türbeyi ziyaretten sonra semâ’ meclisinde bulunmuş, semâ’ etmiş, Hayran Emirci de Konya’ya gelmiş, Mevlânâ’nın türbesinde semâ’ edilmiş, Çelebi, başındaki beyaz sikkeyi çıkararak ona giydirmiş, gelecek bayram gene beraber bulunmalarını dilemiş, o yılda Sultaniye’ye gitmiş, beraberce semâ’ etmişlerdir (s. 760-762; 862). 

Tokat köylerinden birinde doğan ve bir kâtibin oğlu olan Barak Baba, “Câmi’üd-Düvel”e ve II. Murad adına Yazıcızâde Ali tarafından yazılan “Târih-i Âl-i Selçuk”a göre bir Selçuk şehzadesidir (Bayazıt K. s. 1183-1184 Topkapı; Revan, 375. a; 416. a; 417. b.). Türkçe bir şathiyesi de vardır ki, bu şathiye Kutb’ul Alevî tarafından Farsça şerhedilmiştir; şârihin elyazısıyla 766 Saferinin başlarında (1355) yazılmış olan nüsha, Ayasofya K. 315 No. da kayıtlıdır. Bu şathiyede Barak Baba, Sarı Saltuk’a mensup bulunduğunu açıklar (Yunus Emre ve Tasavvuf; tercememiz; s. 265; metin 462; satır 18). 

Kaynaklar, Barak Baba’ya mensup olanlara (Barakıy-yûn-Baraklılar” dendiğini bildiriyor. Amasya’nın Gümüşhacıköyü’ne bağlı Gümüş nahiyesinde, Câmi-i Kebir Mahallesi’nde, Tekke denen türbede, 752’de (1351) ölen Bahâeddin’ül-Barakıy, Baraklıların Anadolu’da da bulunduğunu bize göstermektedir (Yunus Emre ve Tasavvuf; s. 43-44). 

Sarı Saltuk, Câmi’üd-Düvel’e ve Saltuk-Nâme’ye göre Seyyid Mahnmûd-ı Hayrânî’nin halifesidir; Barak Baba’nın da mürşididir. İzzeddin Keykâvus’la, maiyetindeki Türkmenlerle Kırım’a gitmiş, İzzeddin’den sonra Kırım Hanı’ndan izin alarak 1281’de, Dobruca’ya geçip ölünceye dek savaşla uğraşmıştır. Muhaç-Nâme ve diğer kaynaklar, Hammer, tarih ihtilaflarıyla aynı bilgiyi vermektedir (Yunus Emre ve Tasavvuf; s. 27-41). Bu bilgiye göre Saltuk, “Gaaziyân-ı Rûm”dan, Alp Erenler’dendir. 

Seyyid Mahmûd-i Hayrânî, Akşehir’de yatmaktadır. “Menâkıb’ul-Ârifin”e göre cezbe halinde yaşamıştır. Mevlânâ’ya mensuptur. Türbesi, Mevlânâ türbesine örnek olan ve 667’de (1268), Mevlânâ’dan beş-altı yıl önce vefat eden Seyyid Mahmûd-ı Hayrâni’nin, Selçuk tahta oymacılığının bir şaheseri olup bugün İstanbul’da, İslam Eserleri Müzesi’nde ve Hakîmi-Senâî’nin (525 H. 1130- 1131) bir kasidesinin üç beyti oyuludur. Kardeşi Necmeddin’in sandukasında da aynı şiirler ve Sultan Veled’in (719 H. 1312) bir gazelinden, tac beyti de muhtevi olmak üzere dört beyit hakkedilmiştir. Seyyid Mahmûd-ı Hayrânî’nin Mevlânâ tarafından sayılıp sevildiğini riayet eden Sinâneddin-i Akşehri’nin oğlu Mahmûd’un Nasreddin Hoca türbesi karşısında, Sinâneddin Dede Mezarlığı denen yerde ve bugün lise binası avlusunda bulunan merkadinde de, baştaşında Mevlânâ’nın olduğunu sandığımız bir beyit oyulmuştur. Taş Garipşah oğlu Ali oğlu Muhammed tarafından yapılmıştır ve 752 Şâbân’ının on altıncı günü (1351) vefat ettiğini belirtmektedir (Yunus Emre; Risâlat al-Nushiyya ve Dîvân; Sunuş; s. XII-XIII). 

Bütün bu maruzattan sonra Yunus’un, Mevlânâ hakkındaki sözlerini nakledebiliriz: 

Mevlânâ Hudavendigâr bize nazar kılalı
Anın görklü nazarı gönlümüz aynasıdır 

Mevlânâ sohbetinde saz ile işret oldu
Ârif ma’nîye daldı çün biledir ferişte 

Fakıh Ahmed Kutbüddin Sultan Seyyid Necmeddin
Mevlânâ Celâleddin ol kutb-ı cihan kanı 

Bu beyitlerin ilki, rahmetli Raif Yelkenci’ye ait ve Yunus’un devrine pek yakın bir tarihte yazıldığı kâğıdından ve yazısından anlaşılan divandadır (aynı eser; foto, s. 206; 6. beyit, metin; s. 161; 1. beyit). İkincisi, eski ve doğru nüshaların hepsinde vardır; o cümleden olarak en eski divan nüshası olan Fatih K. nüshasındaki bir şiirin 7. beytidir (aynı; foto. s. 333, son beyit; metin; 168. a son beyit. Türk yazısıyla; s. 121, 12. beyit). Üçüncüsü, nispeten yeni nüshalarda vardır. Mevlânâ’ya, zamanında “Mevlânâ” ve “Hudâvendigâr” dendiğini “Menakıb’ül-Ârifîn”den ve “Mektuplar”ından, sarahatla öğreniyoruz (aynı; Sunuş: s. XLV-XV ve 7. not). 

Görülüyor ki Yunus’un tarikat silsilesi Mevlânâ’ya ulaşmaktadır. Sayın Adnan Erzi, İstanbul Beyazıt Umumi Kütüphanesi’nde 7912 No. da kayıtlı bir mecmuada, Osman Gazi’nin padişahlığından başlayıp Kapudân-ı Derya Müezzinzâde Ali Paşa’nın 979’da (1571) Lepanto Deniz Savaşı’nda şahadetine düşürülen tarih mısraıyla biten kronolojik cetvelde, Osman Gazi’nin padişahlık müddetinden, Bilecik ve Yarhisar’ın fethinden, Sultan Veled’in vefatından sonra Yunus Emre’ye ait şu kaydın mevcudiyetini ilim âlemine duyurmuştur:


                                                                                                                                “Vefât-ı Yunus Emre” 

Sene 720 müddet-i ömr 82” (Mecmua, 38 b. Notlar ve Vesikalar: 1. Yunus Emre’nin hayatı hakkında bir vesika: Belleten: Türk Tarih Kurumu: c. XIV; sayı: 53; Ocak 1950. Yunus’a dair yazılar 85-98, s. lerdedir, yalnız Yunus’un yaşı, ihtimal mürettip hatası olarak yanlış kaydedilmiştir.) 

Bu kayıttan önceki tarihlerin hepsi doğrudur. Şu halde, Yunus, 638 Hicri’de doğmuştur (1240). Mevlânâ’nın ebediyete göçüşünde otuz dört yaşındadır ve Mevlânâ’yı gençlik çağında görmüş, onun meclislerinde bulunmuştur. Barak Baba’nın şahadeti, Yunus’un vefatından on üç yıl öncedir ve Yunus, “Risâlet’ün-Nushiyye”sini yazdığı o tarihte altmış dokuz yaşındadır. Taptuk’un vefat tarihini bilmiyoruz, ancak “Risale”de adının geçmediğine göre belki de bu tarihten önce vefat etmiştir. Barak Baba, Berzâli’ye göre, 705’te (1300) Şam’a gelmiştir ve şeyhi, on beş yıl önce, 691 sularında (1291) vefat etmiştir ki, Yunus bu tarihte elli üç, Seyyid Mahmûd-ı Hayrânî’nin vefatında da yirmi dokuz yaşındadır. Barak Baba, kırk-kırk bir yaşlarında öldürüldüğüne göre 666’da (1267) doğmuştur ve Yunus’tan küçüktür. Yunus’un şeyhi’nin şeyhi olan Barak Baba’nın, Yunus’tan daha genç oluşu bu işleri bilmeyenlere göre olmaz bir şey görünebilir. Fakat şunu bilmek gerektir ki, insanın şeyhi, babası değildir; kendinden genç, çok genç olabilir. İhtiyarlık çağına ermiş nice kişiler görmüşüzdür ki pek genç, hatta ergenlik çağına yeni girmiş, yahut çocuk denecek yaşta bir şeyhe intisab etmiştir. Çocukken kendisine hilafet verilenler de vardır; hatta bu çağdakilere verilen hilâfet-nâmelerin başına “Ona çocukken peygamberlik verdi” mealindeki âyet-i kerimenin (XIX, 12) yazılması bir teamül haline gelmişti. 945’te (1583) İstanbul’da, genç yaşında şehit edilen İsmail-i Ma’şûkıy’e nice ihtiyar kişiler intisab etmişti. 

Yunus’un çağı, yalnız Mevlânâ’yı anmasından, yalnız tarikat silsilesini bildirmesinden, yalnız bu kayıttan anlaşılmaz; 

Geyikli’nin ol Hasan söz ayıtmış kendinden
Kudret dilidir sözler kendide söz nesidir


(Risâlet al Nushıyye ve Dîvân; s. 161)

 

Seydi Balum ilinden şeker tamar dilinden
Dost bağçesi yolundan eve dervişler geldi

(aynı, Foto s. 392; metin; s. 142) 

beyitlerinden de apaçık meydana çıkmaktadır. Geyikli Baba, Osman ve Orhan devrinde (1299- 1359) yaşamıştır, 1326’da Bursa fethinde savaşa katılmıştır. Nişancı ve Âşıkpaşazade’yle Lâmi’î, “Munazara-i Sultân-ı Behâr bâ Şehriyâr-ı Şitâ”da aynı bilgiyi verir. Şakaayık Baba’nın mezarı yanında, Germiyan Beyi’nin oğullarından birinin mezarı bulunduğunu söyler (s. 32): “Güldeste-i Riyâz-ı irfân”, bu zatın adının Balum Sultan olduğunu haber verir (s. 220-221). 707’de (1307-1308) “Risâlet’ün Nushıyye”sini yazan, 720’de (1320) vefat eden Yunus, demek ki bunları da tanımaktadır; hatta Geyikli Baba’yı, bir sözü yüzünden de kınamaktadır. 

Yunus “Risale”sini, teamüle uyup, sonlarda (bitim beytinden altı beyit önce) 

Söze târih yedi yüz yediyîdi
Yunus cânı bu yolda fidiyîdi 

beytiyle 707’de yazdığını bildirir. 

Yunus’un hayatının nasıl geçtiğini bilemiyoruz. Bektâşi Vilâyet-Nâmesi (Manâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Veli), XV. yüzyılda, Uzun Firdevsî tarafından, bilhassa Hacı Bektaş mensupları arasında yayılmış olan halk rivayetlerinin toplanmasından meydana gelmiş dâstânî bir eserdir. Bu eserden, ancak çok sıkı bir eleştirmeyle faydalanabiliriz. Vilâyet-Nâme, Yunus’u, şeyhi Taptuk’u, Sarı Saltuk’u, Barak Baba’yı, hatta Mevleviliğini inkâr edememekle beraber Seyyid Mahmûd-ı Hayrânî’yi Hacı Bektaş mensubu gösterir. Hacı Bektaş, elimizdeki üç belgeye göre 669’da (1270-1271) ölmüştür. 666’da (1267) doğması icab eden Barak Baba’nın Hacı Bektaş’la görüşmesine imkân yoktur. Saltuk’a mensub olduğunu bildiren Barak, Hacı Bektaş’tan bahsetmez. Yunus’un divânında ve risalesinde Hacı Bektaş’a dair bir ima bile yoktur. 

Bektaşiler, eski Batınî geleneğini yürütmüşler, her tanınmış, bilinmiş, sevilip sayılmış kişiyi, zemin ve zaman gözetmeden Hacı Bektaş mensubu ve kendilerinden saymak suretiyle halkın, bu yol hakkında müspet kanaatini kazanmayı istihdaf etmişlerdir. Biz bu bakımdan, Yunus’un ve tarikat silsilesindekilerin, Hacı Bektaş mensubu olduğuna inanmıyoruz. 

Yunus’un hayatına dair izleri, gene kendi şiirlerinde buluyoruz. 

Yunus’un bu sözünden sen ma’nî anlarısan
Konya menâresini göresin bir çuvalduz 

diyen Yunus (Foto, s. 193; metin, s.70), şüphe yok ki Konya’da bulunmuştur; Mevlânâ ile Konya’da görüşmüştür, onun sohbetlerine ve semâ’ meclislerine katılmıştır. Konya o zamanlar bir ilim, irfan merkezidir. İlerde bahsedeceğimiz gibi medrese tahsili de gören Yunus’un tahsil hayatı, sanırız ki Konya’da geçmiştir. 

Gezerim Urum’u Şam’ı Yukarı iller’i kamu
Çok istedim bulamadım şöyle garip bencileyin 

(s. 190) 

İndik Rûm’u kışladık çok hayr u şer işledik
Uş bahar oldu gerü göçtük elhamdü lillâh

(Foto. s. 319, M. s. 116) 

gibi beyitler, onun bir hayli gezdiğini de bildirir ki bu gezişler, herhalde olgunluk devresinde, öbür gezginci dervişler gibi, yolunu ve inancını yaymak için ihtiyar edilmiştir. İhtiyarlık çağınıysa, doğduğu Sarıköy’de geçirmiş, orada ebediyete intikal etmiş, tekkesinin avlusuna defnedilmiştir. 

Emre ve Emreler 

Yunus, yalnız bir şiirinde kendisini “Derviş”, bir şiirinde de “Âşık” diye anar (s. 345, 363).“Emre” lakabıysa, tıpkı basımını sunduğumuz Fâtih nüshasında, altı (Foto. s. 183, 249, 290, 303, 344, 412; metin; s. 66, 99, 105, 110, 125, 150) bu nüshada olmayıp diğer nüshalarda ve mecmualarda bulunan on bir şiirinde geçer (metin; s. 158, 163. 173, 174, 180, 183, 190, 192, 197, 198, 205). 

Âşık manasına gelen “Emre” yalnız Yunus’la şeyhi Taptuk’un lakabı değildir. Hacı Bektaş’a ve onun halifesi Hacım Sultan’a mensub olduğu şiirlerinden de anlaşılan Said’e de Emre denmektedir. Salihli’yle Kula arasındaki Emreköyü’nde Şeyh Emre yatmaktadır; aynı köyde Ömer Emre’nin bir zaviyesi vardır. Akşehir’de, kabri 1310’da (1892-1893) tamir edilen Gevher Emre adlı bir yatır var. Oğlanlarşeyhi İbrahim’in (1655) tasavvufi sözlerinin toplanmasından meydana gelen “SohbetNâme”de Emre Arapça kaidesince cemîlenmiş, “Elâmire” tarzında kullanılmıştır. Anadolu’da birçok “Emre, Emrem, Emrecik, İmre” adlı köyler bulunmaktadır (Yunus Emre ve Tasavvuf; s. 85-89; Said Emre’nin şiirleri, aynı kitapta 280-294 sahifelerdedir). 

Bütün bunlara nazaran Taptıklılar gibi Emreler denen bir zümrenin de bulunduğuna hükmetmek icab ediyor; fakat XV-XVI. yüzyıllarda bu lakabı alanlar, hiç şüphe yok ki bir zümreye mensub olanlar değildir ve bu lakab, ancak Yunus’un tesiriyle alınmıştır.

Yattığı Yer 

Yunus Emre, Bektaşi Vilâyet-Nâmesinde (Menâkıb-ı H.B.V.) Eskişehir’e yakın Sarıköylü gösterilmekte ve o köyde medfûn olduğu bildirilmektedir. Bu eser, önceden de söylediğimiz gibi halk ve bilhassa Bektaşi inançlarını, Hacı Bektaş’a bağlı olanların rivayet ve kanaatlerini tesbit eden dâstâni bir eserdir ve bu eserden çok sıkı bir intikadla faydalanılabilir. Ancak, Uzun Firdevsî tarafından 1481’le 1501 arasında toplanıp tasnif edildiğine göre şüphe yok ki, Yunus’un Sarıköy’deki mezarı, XIV. yüzyılda da Sarıköy’de bilinmekte ve kabul edilmektedir. Kütahya’da, Vâhid Paşa Kütüphanesi’nde bulunan ve 912’de (1506) yazılmış olan “Menâkıb-ı Evliyâ”da, “Şeyhu Meşâyihizzaman Yunus Emre kim makaam-ı mübârekleri Sarıköy’dedir” kaydı var (Adnan Erzi; Ülkü, Birinci sayı: 83, ikincikânun - 1940; s. 455). 918’de (1512) vefat eden ve Eyüp türbesi avlusuna defnedilen Baba Yûsuf-ı Hakkıykın’ın 913’te (1507) yazdığı “Kitâb-ı Mevhûbı-Mahbûb”da da Yunus’un burada yattığı belirtilmekte, Hacı Bayram’ın (833 H. 1429) buraya “Kırklar Makamı” dediği bildirilmekte, şeyhi Hâmid-i Veli’den de (815 H. 1412) bahsedilmektedir. 938’de (1531) vefat eden Lâmi’î, “Nafahât Tercemesi”nde Yunus’un, Porsuk Suyu’nun Sakarya’ya karıştığı yerde yattığını bildirmekte, “Şakaayık”ta da Taptuk’un Sakarya Nehri’ne yakın bir yerde doğduğu kaydedilmek suretiyle yaşadıkları bölge belirtilmektedir. Öbür rivayetler, bu ilk kaynaklarda yoktur. Yunus’un birçok yerde gösterilen mezarlarının bir kısmı, belki ona ait makamlardır. Bir kısmıysa keşiflerin, kerametlerin, rüyaların icad ettiği mezarlardır ve çeşitli sebeplerle bunların Yunus Emre’ye, ait olduklarını ispat için düzme kitapçıklar bile yazılmıştır (Yunus Emre ve Tasavvuf; s. 73-84; Yunus Emre ve Yattığı Yer; Eskişehir Yunus Emre Derneği Yayın No. 5; Yunus Emre, risâlet al-Nushıyya ve Dîvân; Sunuş; s. XXVII-XXXV). 

Yunus’un Ümmiliği 

Yunus’un ümmi, yani okuma-yazma bilmez bir halk şairi olduğu hakkında da söylentiler olmuştur. 

Yunus,
Ne elif okudum ne cim varlığındandır kelecim
Bilmeye yüz bin müneccim tâliim n’ıldızdan gelir 

(Risâlet al Nushiyye ve Dîvân; Foto. s. 143; Metin; s. 51) 

Âşık ma’şuk birdir bile aşktan gelir her söz dile
Biçâre Yunus ne bile ne kara okudu ne ak


(F. 203-204 M. 74) 

Çün aşkın kitabını okudum tahsil ettim
Ne hâcet kim karayı ağ üstünde yazarım 

(F. 234; M. 85) 

Ne ilmim var ne tâatım ne gücüm var ne tâkatım
Meğer senden inâyetim kıl yüzüm ak Çalabım

(F. 253; M. 92) 

Ummî benim Yûnus benim dokkuz atam dörttür anam
Aşk oduna düşüp yanam sûd u ziyan nemdir benim 

(s. 178)

gibi beyitler, bazı kişileri, belki bir başka Yunus’un hikâyesini Yunus’a mal ettirmek, yahut da yoktan bir hikâye düzmek suretiyle Yunus Emre’nin ümmiliğini tescile uğraştırmıştır. Oysa ki örnek olarak verdiğimiz ilk beyit. 

Ey sözlerin aslın bilen, gel di bu söz kandan gelir
Söz aslını anlamayan sanır bu söz benden gelir 

beytiyle başlayan şiirdedir. Yunus bu şiirinde, sözün kaygıyı neşeye çevireceğini, bilişi yad edeceğini, horluğun da, izzetin de kişiye sözden geldiğini, fakat gerçek sözün, karadan, aktan, okuyup yazmaktan, şu yürüyüp giden halktan değil, Hâlık’ın avazından geldiğini, ilhamla söylendiğini bildirdikten sonra, kendisinin büyük bir bilgin sayılmayacağını, sözlerinin Tanrı buyruğuyla diline geldiğini anlatmaktadır. 

İkinci beyit,
Ey çok kitaplar okuyan sen mi tutarsın bana dak
Tâ bilesin sırrı ayan gel aşktan oku bir varak 

beytiyle başlar; bilgisine güvenip kendisini kınayan birisine, ikilikten geçmesini “fakılık”ın, “daktuzak” kesildiğini, aşktan bir varak okuması gerektiğini anlatır. Şeyh-i San’ân’ı örnek verir, gönül alçaklığı göstererek bilgin olmadığını söyler. 

Öbür beyitlerde de aşk kitabını okuduğu için karayı ak üstüne yazmaya ihtiyaç duymadığını, ilmine, ibadetine güvenmediğini bildirir. Son beyitteki “ümmî”likse, dört unsura (toprağa, suya, ateşe, yele) mensub olduğunu, dokuz göğün kendisine baba, bu dört unsurun da ana bulunduğunu belirtmek için söylenmiştir; bir terimden ibarettir. 

Bunlara karşılık Yunus, 

Benim gibi mücrim kul, bir dahı isteyıbul
Dilimda ilm-i usul dileğim dünya sever 

beytiyle (M.S. 523) bilgi sahibi olduktan başka okuduğu bilgilerin, sözgelimi tefsir, hadis gibi ilimlerin “usûl”ünü de bildiğini anlatmakta, 

Ayıdın Yunus’a dursun yüzünü toprağı sürsün
Öğüdün kendüye versin okuduğun tutsun demiş 

beytiyle (M. 71) ilmi olduğunu, ilmiyle amel etmesi gerektiğini belirtmekte, 

Dört kitabın ma’nîsin okudum hâsıl ettim
Aşka gelincek gördüm bir uzun heceyimiş 

beytiyle (M. 72) tahsil ettiğini, dört kitabın mânâsına vakıf olduğunu bildirmektedir. 

Yunus, Hind-İran, Yunan-Roma mitolojisinden Kur’ân-ı Kerim’deki peygamberlerin kıssalarından, hususiyetlerinden, Uveys, Huseyn b. Mansur, İbrâhim b. Edhem gibi erenlerden, hatta Nasûh, Şeyh-i San’an gibi hikâyelere kahraman kesilenlerden, sûfî menkıbelerinden, Leylâ-Mecnun, Ferhad-Şirin ve Husrev gibi İslami klasik edebiyata geçmiş âşıklardan bahseder; şiirlerinin çoğu heceyle olmakla beraber aruzla yazdığı şiirlerde de vezni, devrine göre pek güzel kullanır, halk diline, fazlasıyla ehemmiyet vermekle beraber Arapça, Farsça sözleri, terkipleri de kusursuz dile getirir; Kur’ân-ı Kerim’den 

Rahimdürür senin adın rahimliğin bize dedin
Mürşidlerin muştuladı “Lâ teknatû” hitab nedir 

(F. 160-161; M. 58) 

Gelmeden dedin hakıma kem deyü
Doğmadan dedin “Asâ Âdem” deyü 

(F. 413, M. 150) 

beyitlerinde olduğu gibi ayetlerden lafzi iktibaslarda bulunur (XXXIX, 59; LXXIV. 31 ve XX. 121); fakat bununla da kalmaz, 

Ruhumdan kimsene haber veremez
Emrdir kaadirliği verir harekât

(F. 123; M. 44) 

Ben bir kitap okudum kalem onu yazmadı
Mürekkep eyleyeydim yetmeye yedi deniz 

(F. 192; M. 70)

Âlet ü harekât cümlesi senden
Anıncün işine kimse kırılmaz 

(M. s. 165) 

Kanda sultan konarsa ol mülkü virân eyler
Sen virân olmayınca imârat mi olasın 

(Yeni yaz.) 

Emanettir sakıngıl aşk haberini zinhar
Oturup değme yerde söyleme aşk haberin 

(F. s. 311-312; M. 113) 

gibi beyitlerde de âyetlerden manevi iktibaslar yapar (XVII. 85, XXX, 27, XVIII, 39, XXVII, 34, IV. 58). Ayrıca Yunus, Sa’dî-i Şîrâzî’nin, 

Ez can birun neyâmede cânânet ârzûst
Zünnâr nâ boride vu imânet ârzüst 

beytiyle başlayan gazelini de 

Sen canından geçmeden cânan arzâ kılarsın
Belden zünnar kesmeden îman arzû kılarsın 

matlalı bir şiirle nazmen terceme etmiştir (F. 314-315; M. s. 114). Mevlânâ’nın tesiriyle “Mesnevî”den, “Divân-ı Kebir”den terceme diyebileceğimiz beyitleri, şiirleri bulunduğunu da burada kaydedip uzunca süren bu bahsi bitirelim (Bu hususta Yunus Emre ve Tasavvuf’a bakınız; s. 90-101). 

Yunus’un Dili 

Yunus, Farsça’dan Türkçe’ye geçiş devrinin bir şairidir; Osmanlıca dediğimiz “üç dilden mürekkep lisan” henüz tam olarak kurulmamıştır. Bu bakımdan Sultan Veled’de olduğu gibi Yunus’ta da Türkçe, Arapça, Farsça sözler yerine göre, hatta bazı kere vezin yüzünden üç dilde de kullanılmıştır. Sözgelimi “Allah-Tanrı ve Çalap, cennet-uçmak, cehennem-tamu, aşk-sevgi, günah-suç ve cürüm, günahkâr, mücrim-yazıklı, eksikli, kâr-assı, mest-esrik, şarap-süci, şirk-ikilik, Azrail Canalıcı” sözlerini onda kolayca ve kucak kucağa bulur ve bu örnekleri sahifelerce çoğaltabiliriz. Aruzla yazılmış şiirleri olduğu gibi, onlardan daha, hem de pek çok olmak üzere heceyle yazılmış şiirleri de vardır. Ancak onda bilhassa dikkat edilecek şey şudur: 

Sultan Veled’de heceyle yazılmış bir şiire rastlayamıyoruz. Yunus’unsa heceleri, arûza nispetle pek çok. Bunu, ancak şu suretle izah edebiliriz: 

Sultan Veled, merkezdedir; vakıf sağlanmış, Mevlânâ âşıklarına bir merkez kurulmuştur. O, büyüklere, hatta bazısı müveşşah olarak methiyeler bile yazmaktadır. Halka yayılan Mevlevilik, yavaş yavaş merkezlere geçecek, kurulmuş Mevlevi köyleri yavaş yavaş ancak arşiv kayıtlarında kalacaktır (Mevlânâ’dan Sonra Mevlevilik’e bakınız). Yunus’sa köyleri gezmekte, halkı kucaklamakta, halka halk diliyle hitap etmektedir; bu bakımdan da onda Hind-İran, Yunan-Roma mitolojisi, skolastik bilgi telakkiyleri, bu arada Arapça ve Farsça, Anadolu’nun dağlarıyla, belleriyle, tabiatıyla ve Türkçe’yle haşir-neşir olmakta, yerli unsur ve Türkçe, öbürlerini temsil eylemektedir ve Yunus, 

Ben Ay’ımı yerde gördüm, ne isterim gökyüzünde
Benim yüzüm yerde gerek, bana rahmet yerden yağar 

demektedir ve gene Yunus, bu yüzden Anadolu’da kurulacak dini-tasavvufi ve lâ-dini Türk halk edebiyatının tükenmez, bulunmaz coşkun ve tek kaynağı olmaktadır. 

Yunuslar ve Yunus Emre’nin Yolunda Gidenler 

Âdettir, bir büyüğün yetiştiği andan itibaren, onu büyük tanıyanlar, çocuklarına onun adını verirler ve bu, o kişinin büyüklüğüne gölge düşmedikçe sürer gider. O büyük, şairse, şairler onun mahlasını almakla hem ona hürmet göstermiş olurlar, hem onun adından faydalanırlar, onun kemaline ulaşmaya çalışırlar; din bakımından da ululuğu varsa, manevi feyzinden feyiz umarlar. Ancak şairlerin aynı mahlası almaları, asıl büyük olan şairin, sonradan divanını yazanları pek büyük bir yanlışa sevk eder. Dile, edaya dikkat etmeyen, şüpheyi nefyeden müstensih, divan tam olsun, öbür divanlardan daha mükemmel bir divan meydana gelsin gayretiyle, aynı mahlası taşıyan şiirlerin hepsini, nerde bulursa alır, divanı aklınca tekmil eder. Bu bakımdan divanların, tarih bakımından en eskilerine dikkat etmekle beraber dil hususiyetlerine, edaya da dikkat etmek, bu hususta azami titizliği göstermek, bugünün eleştiricisinin en büyük bir borcudur. 

Yunus’un muahhar divanlarında, 

Kimi Tapdık, kimi Yunus her birisi derya deniz
Yunus’a da bu cur’adan zerrece sunuldu yine 

beytiyle biten şiir, apaçık anlaşılıyor ki bir başka Yunus’undur. 

Aşkın fırtınası aştı başımdan
Yeşil donlu Emir Sultan merhaba 

beytiyle başlayan ve Yunus mahrasını taşıyan şiir de bizim Yunus’un olamaz; çünkü Yunus Emre, önceden de arz ettiğimiz gibi 720’de (1320) vefat etmiştir. Emir Sultan’ın vefatıysa 833 Hicridir (1429-1430). Hiç şüphe yok ki bu Yunus, gene muahhar divanlarda “Emir Sultan türbesinde” redifini tekrarlayan, Emir Sultan’ın türbesini öven Yunus’tur ve pek kuvvetli bir ihtimalle Bursa’da yatan merkadinin, Niyâzi-i Mısrî tarafından keşfedildiği uydurulan Yunus’tur. 

Yunus’un,
Yeryüzünü gezer idim uğradım milketler yatur
Kimi ulu kimi kiçi key kuşağı berkler yatur 

matlalı şiirine bir nazire yazan ve son beytinde 

Yunus sen de ölürsün kara yere girersin
Mürşitlerin ulusu ol Emir Sultan yatur 

diye Emir Sultan’ı anan Yunus da bu Yunus’tur. 

Ben dervişim diyene bir ün idesim gelür
Seğirdüben sesine varup yetesim gelür 

beytiyle başlayan ve 

Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme
Seni sigâya çeker bir Molla Kasım gelür 

beytiyle biten şiir de Kasım adlı birisinin, 

Yunus’un
İşbu vücud şehrine hem dem giresim gelür
İçindeki sultanın yüzün göresim gelür 

matlalı şiirine naziredir; eski yazmaların hiçbirinde bulunmayan bu şiir de Yunus’un sanılmış ve buna dair bir efsane de uydurulmuştur (Yunus Emre ve Tasavvuf adlı eserimize bk. s. 60). 

Yunus Emre’nin en eski ve doğru divanı olan Fatih nüshasında “Risâlet’ün-Nushiyye”den başka 203 şiir var. Bunların yirmi altısında Yunus, kendisine “tamamıyla yok yoksul” anlamına “Miskin” vasfını vermekte; altı şiirde “Emre”, birinde “Âşık” sözünü adına eklemekte; öbür şiirlerinde kendisini sadece “Yunus” diye anıyor. O divanda bulunmayan, fakat dil ve eda bakımından onun olduğunda şüphe etmediğimiz 100 şiirin on birinde, gene adına “Miskin” vasfını ekliyor; on şiirde, “Emre”, bir şiirdeyse “Tapduk Yunus” mahlası var; divandaki bir şiirde kendisini “Tapduklu Yunus” diye anmakta. Bu bakımdan “Derviş Yunus, Âşık Yunus” mahlasını taşıyan şiirleri hemen Yunus’un saymamak, onları dil ve eda bakımından incelemek gerektir. Burada, yeni yazmalarda Eşrefoğlu’nun, Himmet Efendi’nin Muhyi’nin şiirlerinin bile, mahlaslar değiştirilerek Yunus adına kaydedildiğini desöyleyelim. Bu da şüphe yok ki bu şiirlerin, Yunus mahlasıyla söylenmesi, duyanların, divanı tamamlamak gayretiyle zapt edip yazmaları neticesidir. 

Yunus yolunda yürüyenlerin en eskisi, onun çağdaşı olan Said Emre’dir. Elimizde on dokuz şiiri bulunan (Yunus Emre ve Tasavvuf, s. 280-294) bu şiirin beş şiiri Yunus’a naziredir (aynı; s. 206- 2.07). Bu şairin bir şiirindeki, 

Et ü deri büründüm geldim size göründüm
Âdem adın urundum uşde zuhûra geldim 

beytinin ilk mısraı. 

Ete deriye büründüm
Yunus diye göründüm 

şekline kanarak Yunus’a mal edilmiştir. Güya Yunus Mevlânâ’ya, Mesnevi’yi sen mi yazdın diye sormuş; Mevlânâ evet deyince, uzun yazmışsın, ben olsam şöyle derdim demiş ve bu beyti okumuş. 1235’te (1819) vefat eden Köstendilli Şeyh Süleyman’ın “Bahr’ül-Vilâye”sinde de, Mevlânâ’nın, ilahi mertebelerden hangisine vardımsa bir Türkmen kocasının izini önümde buldum, onu bir türlü geçemedim dediği anlatılır; oysa ki Yunus, Mevlânâ’nın ebediyete intikalinde otuz dört yaşında bir gençtir. Sonra bu sözün, Yunus’tan da, Mevlânâ’dan da önce yaşayan Attâr’ın “Tezkiret’ülEvliyâ”sında Ebû-Said Ebü’l-Hayr tarafından Şeyh Ebü’l-Hasan-ı Harkaanî hakkında söylendiği mukayyettir (Reynold A. Nicholson basımı, Londra-1907 II. s. 202-203), Mevlânâ’nın nazarına mazhariyetle övünen Yunus’un, ona karşı öyle bir söz söylemesine ne edebi müsaittir, ne yaşı. 

Aruzla yazmakla beraber Âşık Paşa’da da Yunus tesirini görüyoruz. İsmail Emre, Şeyhoğlu Satu ve Yunus mahlaslı şairler, dil bakımından Yunus’a en yakın çağlarda yaşayanlar olsa gerek. Bunlardan İsmail Emre’nin, elimizde iki, Şeyhoğlu Satu’nun bir şiiri var. Her üç şiirin de son beyitlerinde Yunus’un adı anılmakta (Yunus Emre ve Tasavvuf; s. 208-209, 347-351). 

Miladi XV. yüzyılda Hacı Bayram-ı Veli’nin, bilhassa 

Çalabım bir şar yaratmış iki cihan aresinde
Bakıcak didar görünür ol şarın kenâresinde 

beytiyle başlayan şiiri, Yunus tesirini açıkça gösterdiği gibi bu şiirin bir beyti de tamamıyla Yunus’un bir şiirindeki beytinden tasarruf edilerek alınmıştır (Risâlet’al-Nushiyye ve Divân; s. 161; XVIII, şiir, 4. beyit). Aynı yüzyılda Hacı Bayram’ın damadı olan ve “Kaadiriyye”den “Eşrefiyye” kolunu kuran, şiirlerinde Eşrefoğlu, Eşrefzade mahlaslarını kullanan Abdullah-ı Rûmî (874 H. 1470) Yunus Emre’nin tam bir muakkıbidir; bazı şiirleri de muahhar Yunus divanlarında Yunus’a atfedilmiş, “Eşrefoğlu” mahlası, “Yunus Emre”ye çevrilerek yazılmıştır. Eşrefoğlu’nun birçok şiiri, Yunus’a naziredir. Tezkirelerde, büyük bir müzisyen ve riyaziyeci olduğu kaydedilen Konyalı Şeyh Vefa’nın (896 H. 1490-1491) elimizde bulunan bir şiiri de Yunus Emre’ye atfedilmiştir. 

XVI. yüzyılda, “Halvetiyye”nin “Rûşeniyye” kolundan “Gülşeniyye” şubesini kuran İbrahim-i Gülşenî’nin (940 H. 1533-1534) Yunus’a birçok nazireleri olduğu gibi müritlerinden Usûlî’nin (945 H. 1538-1539) heceyle yazdığı şiirlerinde de Yunus edası görünmektedir. Niyâzî-i Mısrî’nin şeyhi Ümmî Sinan (959 H. 1551), hem Yunus Emre’nin, hem Yunus mahlasını taşıyan öbür Yunus’ların tesiri altında kalmıştır. Aynı çağda yaşayan Sinan Ümmî’de de (958 H. 1551) Yunus tesirini görüyoruz; fakat bu yüzyılda Yunus’u, birçok şiirinde adeta temsil eden, Nizâmoğlu Seyyid Seyfullah’tır (1010 H. 1610). 

XVII. yüzyılda “Celvetiyye” tarikatını kuran Hüdâyî Aziz Mahmud (1034 H. 1624-1625), Halvetiyye’nin “Şemsiyye” şubesi ulularından Abdül-Ahad Nûrî (1060 H. 1650) ondan bir yıl sonra vefat eden Nakşî-i Akkirmânî, Bayrâmiyye’den “Himmetiyye” kolunu kuran Himmet (1095 H. 1684) de heceyle yazdıkları şiirlerde Yunus’un edasına uymuşlar, onun tesiri altında kalmışlar, bilhassa Himmet’in bazı şiirleri, yeni yazmalarda Yunus adına kaydedilmiştir. Fakat Seyyid Seyfullah’tan sonra Yunus’un tesiri altında kalan onu mümkün olduğu kadar temsil edebilen, ona nazireler yazan şair, şüphe yok ki Mısrî Niyâzî’dir (1105 H. 1694). Bu coşkun ve cezbeli şair, Niyâzî’nin dilinden Yunus’durur söyleyen Herkese bir can gerek Yunus’durur can bana diyecek kadar Yunus’a bağlıdır; onun “şathiye”sini de şerhetmiştir. XVII. yüzyılda da Yunus tesiri devam etmiştir. Celvetiyye’den Bursalı İsmail Hakkı (1138 H. 1725), Tefsir’inde bile Yunus’tan bahseder; Aşıkpaşazade’nin Yunus’a nazire olarak yazdığı bir şathiyeyi, ayrıca Yunus’a aidiyeti çok şüpheli bir şiiri de Yunus’un sanarak şerhetmiştir. Bu yüzyılda yaşayan Gülşenî Muhyî (1024 H. 1615), Gülşeniyyede şube kurucusu ve ikinci pîr tanınan Sezâî (1151 H. 1738-1739) de Yunus’a nazireler yazanlardandır. 

Zühdî–tasavvufî edebiyattaki bu tesir, zümre edebiyatlarından Alevi-Bektaşi ve Melâmî–Hamzavî halk edebiyatında daha barizdir. Hatta divan edebiyatında, aruz hâkim olduğu halde, mesela Ahmedî (815 H. 1412-1413) iki şiirinde, Yunus’un “Gelsün” ve “Bana seni gerek seni” rediflerini alarak onun tesirini aksettirmiştir. Klasik Türk Musikisi’nde de birçok üstad bestekârlar, hatta Hammamî İsmail Dede (1262 H. 1846), Yunus’un yahut onun diye diğer Yunusların şiirlerini, ilahi tarzında bestelemişlerdir. (“Yunus Emre ve Tasavvuf” adlı eserimizde ve “Türk Dili Mecmuası”nda, “Halk edebiyatında, zümre edebiyatları, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Veli, Kaygusuz Abdal, Seyyid Seyfullah, Pir Sultan Abdal” adlı yazılarımıza bk. s. 204, 251; T.D.M. Halk Edebiyatı özel sayısı; Aralık-1968; s. 357-423). 

Burada, bu yakınlarda Yunus Emre hakkında yayınlanan kitaplardaki şiirler arasında, Yunus’un olmayan başka Yunus’lara ait olan şiirlerin de yer aldığını, musammat tarzındaki şiirlerin, bazı müellifler tarafından dörtlüklere bölündüğünü de söyleyelim. Ama belki de, öyle de oluyor; halk bu şiirleri, değil mi ki Yunus’un demiş, Yunus’undur diyebilirler; bu söze karşı söylenecek söz, elbette yoktur; zaten biz de bu hususta, yapınca olur diyebileceğiz! 

Canlı bir yapı olan dil, çağlara göre değişiyor. Evvelce “oldı, buldı”, lehçeye göre “kangı, hansı” gibi sözler, bugün hem zamanın akışı, hem söyleyen toplumun lehçesi bakımından “oldu, buldu”,“hangi” olmuş. Fuzûli’yi bile bizim lehçemize, çağımızın konuşma tarzına göre okuyoruz. İlim yaparken, aslına ve çağına uymanın gerekli olduğu muhakkak; fakat bunu yapmaya gayret ettik; bu tarzda Yunus’un şiirlerini verdik, dil bakımından, elimizden geldiği kadar da söz söyledik. Şimdi bu eserle, Yunus’un şiirlerini, mümkün olduğu kadar bugünün nesline, bugünün diliyle, dil özellikleriyle sunmaya gayret ediyoruz. 

Sözgelimi, Yunus, zamanının konuşmasına göre “olup, olarak, gelip, gelerek, gelince, olunca, koyun, deyiniz, o, şu, onlar, bunlar” yerine “oluben-olubanı, geliben-gelibeni, gelincek, geliceğiz, olıcak, kon, deniz, ol, şol, olar, bular”, “çekeyim, olayım” yerine çok defa “çekeyin, olayın”, “benim, fârığım” yerine “benvenin-benvenim, fârığven” diyor. “Nerde, nerdeki”, Yunus’ta “kanda, kandağı” oluyor. Daimilik anlamını da veren istikbal sigası, “kalısar, olısar”; gereklilik bildiren, istikbal sigasıyla da kullanılabilen “olmalı, olması gerek” gibi iltizamı sigalar, “geliserem, olası” tarzında ifade ediliyor, Hatta “olsaydı, yoksa” yerine “olurmısa-yoğımıssa” sözlerini görüyoruz. “K” harfleri, “bahaduram”da olduğu gibi “H” harfiyle söyleniyor. 

Bir de Yunus, bilhassa aruzla yazdığı zaman, imaleler müstesna, vezin yüzünden bazı sözlerde tasarruflarda bulunuyor. “Aşağı, aşağılık, aşağılıkla” yerine “aşak, aşaklıkla”, “gaafil” yerine “gafil”, “tâatın, faide, kaide, doğruluk, bâkıy, ışık, âşık, sâate” sözleri, vezin zoruyla “taâtın, fayda” yahut “fayide, doğurluk, bakıy, aşık, saâte”, “kime” sözü yerine ve vezne göre “kimsene, kimesne”, hatta “nesne”, “nese” oluveriyor. 

Biz bu özelliklerde, vezne, anlama dokunmamak şartıyla bugünün konuşma tarzına uymayı gerekli bulduk, fakat dokunamadıklarımızı da olduğu gibi bıraktık. Bunları belirttikten sonra Yunus’ta geçen kelime ve terkipleri, anlamlarıyla okuyucularımıza sunduk. 

Yunus Emre’nin bütün şiirlerini ihtiva eden bu esere, İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi’ne mülhak Fatih Kitapları arasında 3889 No. da kayıtlı Divan esas ittihaz edilmiştir. Bunlardan başka ve Fatih nüshasında bulunmayan şiirlerin yazıldıkları divan ve mecmuaları şu kısaltmalarla gösterdik: 

R. Y. – Râif Yelkenci’de bulunan XIV.-XV. yüzyıla ait Divan.
Prof. R. – XIV. yüzyıla ait ve müteveffa Prof.H. Ritter’de bulunan Mecmua.
R. Y. Mec. – Raif Yelkenci’de bulunan aynı yüzyıla ait Mecmua
N. O. – Nûruosmani Kütüphanesi’nde Hicri 940’ta tertiplenmiş Mecmua, No. 4904 Y. Ef. – Hicri 1111 temellük kaydını ihtiva eden ve Hicri X. yüzyıla ait olduğu anlaşılan, Süleymaniye’ye mülhak Yahya Efendi nüshası, No. 348.
M. M. – Murat Molla’da bulunan ve yeni yazmalarda mevcut olan, bizce Yunus’a aidiyeti şüphe götürmeyen şiirler. 

Hasılı Yunus Emre, edebiyatımızda, bir yandan halka halk diliyle hitap edişi, insani görüşü, beşeri duyuşu, insanı ve insanlığı kucaklayışı bakımından, bir yandan buluşlarındaki, duyuşlarındaki, tek sözle sanatındaki eşsizliği bakımından yüzyıllar boyunca hüküm sürmüş, adını unutturmamış, bugünse, büsbütün benimsenmiş, gerçek ve tek şairimizdir dersek, mübalağa etmiş olmayız. 

Önsözümüze, O’nun hayattan, yeryüzünden ayrılmayışını belirten ve hiçbir şairimizde rastlanmayan şu beytiyle son verecek, okuyucuyu aziz şairimizle baş başa, söz söze, öz öze bırakacağız: 18.1.1971 

Ben Ay’ımı yerde gördüm, ne isterim gökyüzünde?
Benim yüzüm yerde gerek, bana rahmet yerden yağar. 

Abdülbaki Gölpınarlı
Yunus Emre-Hayatı ve Bütün Şiirleri Kitabından Alıntıdır.

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Alagöz Dağı’nın Çocukları / Çolaklar / »Kızılateş Sülalesi«

Merdinikli Türkmen Karaca-Oğlan...

Göle Yöresi Halk Oyunları