Orhan Bahçıvan »Halis Kızılateş« Kısa Yaşam Öyküsü.

Orhan Bahçıvan »Halis Kızılateş« Kısa Yaşam Öyküsü.

 

Ben bir gurbet çocuğuyum Asya'dan geldim
Gurbeti vatan bilmişim, vatanı gurbet. 

18. 10. 1952 yılında Ardahan ili Göle ilçesine bağlı olan Hoşdülbent köyünde yoksul bir ailenin ikinci çocuğu olarak, mevsimlerden harman zamanı, yağmurlu bir Perşembe günü, ikindi vaktinde dünyaya gözlerimi açtım. Daha ayaklarımın üstüne diklenip yürümeden, çiçek, zatürre, boğmaca, kızamık gibi birçok çocuk hastalığıyla savaştım, bu savaşın galibi olarak, ayaklanıp yeşil çimen üstünde yürümeye başladım. Doğduğum köyün sokaklarında, dahası dümdüz olan ovasında koştum, oynadım, suyunu içtim arpa ekmeğini yedim. O güzel köyümün kültürüyle yoğrulduğumu söyleyebilirim. 

Her yönüyle bana benzeyen arkadaşlarımla, Tombik, Mendil Kapmaca, Yağ Satarım Bal Satarım, aşık, çelik çomak, birdir bir, uzun eşek, el el üstünde kimin eli, beş taş, yakan top, tepük[i] gibi buraya yazamadığım birçok yerel oyunları oynayarak çocukluk günlerimi şenlendirdiğimi söylemeliyim. 

Sözümün bu yerinde yukarıya iki dizesini aldığım, yani Asya’dan geldiğimi anlattığım şiirimden sözü edilen Asya sözünü az açmalıyım, yani Asya sözünü ne anlamda kullandığımı hemen şimdi söylemeliyim. 

Asya, dünyanın bilinen en eski yerleşim yerlerinden biridir. Aynı zamanda en büyük kıta olarak kabul edilmektedir. Kız çocuklarına verilen Asya ismi, mitolojik anlatıdan gelmektedir. Bu anlatılar Sümerlere, hatta Mısır Firavunlar Sarayına kadar uzanır. Sümer topraklarından doğuya bakınca Güneşin doğduğu bölge olarak tanımlayabiliriz. Bu tanımlama ile beraber hemen Mısır sarayından söz edelim. 

Mısır-Firavun sarayında bulunan Asiya isimli kadından az söz edelim. Mısır-Firavun sarayından Tevrat yoluyla dini kitaplara geçmiş bir bilgidir, ben kısaca bu bilgiyi aktarmak istedim. 

»Asiya'nın Firavun ile evlenmesi ayarlandı. Kocasının aksine alçakgönüllüydü ve Musa ile Harun'un vaaz ettikleri inancını kabul etti. Fazlasıyla servete sahip olmasına rağmen Firavun gibi kibirli değildi. İnancın çok daha önemli olduğunu ve böylece kendi neslinin kadınları arasında Tanrı tarafından yüceltildiğini fark etti. 

Asiya'nın samimi bir mümin olduğu ve Firavun'un karısı olmasına rağmen kendini tamamen Allah'a teslim ettiği söylenilir. Bu konuyu anlatan Hadisin verdiği bilgileri göz önünde tutarsak, Firavun'un inancına göre Musa'nın tektanrıcılığını kabul ettiği için cennete ilk giren kadınlar arasında olacaktır. Suresi Müslümanlar için örnek olarak Asiya söz ve Allah, Firavun'un karısına iman edenlere bir örnek olarak şöyle diyor: 

Ey Rabbim! Bana yakın bir yerde, Bahçede bir ev inşa et ve beni Firavun'dan ve onun yaptıklarından kurtar ve beni zulmedenlerden kurtar[ii] 

Asya ismi güzelliği, cesareti ve gücü temsil etmektedir. Asya ismine güzel ve yetenekli kadın anlamı da yüklenmiştir. Bu isim bilgeliğe, kadim bilgilere ve insanlığın yolunu aydınlatan öğretilere işarettir. Aynı zamanda aydınlanmayı ve gelişmeyi içeren anlamlara sahiptir.[iii] 

Benim bilgilerime göre söylersem, Asya Ana demektir. Ana tanrıça demektir. Bir başka anlatımla seslenirsem Ana rahmi demektir. Bu nedenle Oğuz Türklerinde kızlara verilen isim olarak kabul görmüştür. Anadolu Türklerinde on binlerce kızın adı Asya olarak yazılır ve söylenilir. 

Bu Asya’dan gelme olayını da göç ile ilintili olarak verdikten sonra dönelim benim yaşam öyküme. Yani sözü bıraktığım yerden alıp devam edelim. 

Ben 12 yıl Hoşdülbent köyünde yaşadıktan sonra, ailem ile birlikte Ankara’ya göçtüm. Köyümüzden Ankara’ya göçünce, babamın Kömür Satış Tevzi Kurumunda işçi olarak çalışması nedeniyle bir işçi çocuğu olarak yaşamımı sürdürdüm. 

Asıl adım Halis Kızılateş'tir. Babamın adı Fermani Kızılateş’tir. Yörede Ozan Ferman Baba olarak bilinir ve öyle tanınır. Annemin adı ise Sinem Kızılateş’tir. Annem Göle ilçesine bağlı Arpaşen köyündendir. Annemin soyu Palu Beylerinden geldiği için Palulular deniliyor. Bilinen adıyla Palu Beyliği de bizim gibi Diyar-ı Bakır yöresinden buralara sürgün gelmiş. Bunlarında geçmişi bizim geçmişimiz gibi bilinen ve Oğuz-name olarak adlandırılan kaynaklara dayanmaktadır. Bu sözü edilen kaynakları ise bilinen isimlere dayanarak şöyle tanımlıyoruz. Bu aşiretler Şeref Name ve İskender-Name’ye göre, Artaksiyalılar adıyla bilinen yani eski Oğuz boylarına dayanmaktadır.[iv] 

Ailenin ikinci çocuğuyum. Üç kız üç erkek olmak üzere altı kardeşiz. 1958 doğumlu Faik adında ki erkek kardeşim altı aylık iken ölmesi üzerine, üçü kız, iki erkek beş kardeş olarak biliniriz. 

Ben ilköğrenimimi köyümde, ortaöğrenimimi Ankara'da, yükseköğrenimimi Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’nde tamamladım. Mesleğim Türkçe öğretmenliği olmasına rağmen, öğretmenlik yapmadım. Yaklaşık 5 yıl İller Bankasında memurluk, aynı zamanda Yerel Yönetim Bakanlığı Basın Yayın Halkla İlişkiler bölümü sorumlusu olarak görev yaptıktan sonra, 1980 yılı sonu itibarıyla yaşamını Türkiye dışına göç ederek, yani Almanya’nın Essen şehrine yerleşerek burada yaşamaya devam ettim. 

1982 yılının yaz aylarında, 59. Topçu Er Eğitim Tugayı Üçüncü Tabur 2. Bölükte 4 Aylık kısa dönem askerlik görevimi yaptığımı söylemeliyim. Aynı yerde yani, Erzincan'da bulunan, Keşiş Dağları eteklerine 3 bin silah arkadaşın katılımıyla, Bir aydan fazla uğraşarak dünyanın en büyük ve uzaydan görülebilen tek portre olan Atatürk portresi yapımında çalışan askerlerden birisi de benim. Bu portreyi yapanı Araştırmacı-Yazar ve Ressam Mustafa Aydemir olarak yazmalıyım. 

Her yıl izine giderdim babamı anamı ziyaret ederdim.1984,1986 yıllarında Ardahan ve Göle köylerini, dolaşarak türkü derlemeleri yaptığımı da yazmalıyım. Yine, 1989 yılı Temmuz ayı benim için bir dönüm noktasıdır. Bunu şöyle anlatabilirim. Yani 1989 yılı benim evlendiğim ve ilk şiir kitabımı yayınladığım yıl olarak yaşantımda yer almıştır. 

1989 yılı Temmuz ayında bir yandan evlilik işlemleri ile uğraşırken, dolayısıyla bir yandan da ilk şiir kitabımın çıkışını bekliyorum. 152 sayfalık şiir kitabımı 80 sayfaya düşürerek ve hiçbir dağıtım sahasına göndermeden basılan tüm kitapları ev adresime postalaması, yayınevinin bana attığı kazıklardan bazıları demeliyim. Bu ilginç kazıkları saymazsak, ilk göz ağrım olan »Şiiristan Merhaba« kitabımın yayınlandığı ve evliliğimin olduğu yıl olarak bilinmelidir. 

1989 Temmuz ayında Aysel Hillik Kızılateş ile evlendim ve bu evlilikten üç tane oğlumun olduğunu da yazmalıyım. 

Ozan Kızılateş
Kağan Kızılateş
Serkan Kızılateş 

Sözün bu noktasında şunu da yazmalıyım. İlk oğlumun adını Ozan yazdırdığım zaman, Alman Nüfus idaresinden hiçbir sorun olmadı. Ancak Türk Konsolosluğu Ozan adına 25 mark ceza ödersen bu ismi koyarsın, yoksa Ozan adını koyamazsın deyince bende istenilen cezayı ödedim ve oğluma Ozan adını yazdırdım. Bu da tarihe böyle yazılsın istedim. 

Şunu da hemen yazmalıyım, asıl adımın Halis Kızılateş iken, nasıl Orhan Bahçıvan oldu. Ben çocukluğumdan bu yana halk ozanı olmayı çok istiyordum. Ve kendime Bahçıvan mahlasını verdikten sonra şiirlerim Bahçıvan adıyla yayınlansın diye 1984 yılında Yazın Sanat ve Edebiyat dergisine gönderince, Dergi yönetmeni Engin Erkiner, Bahçıvan’ın önüne Orhan adını yazıp, ilk şiirimin adına, “İkilem” ismini vererek, yazın dergisinde ilk şiirimi yayınladı. Böylece Orhan Bahçıvan mahlasıyla şiirler ve yazılar yayınlayarak yazın dünyasına katılmış oldum. Birkaç dergi ve kaynak yazılarda ise Orhan Halis Bahçıvan olarak yer aldım. Daha öncesini söylersem, 1975 yılından, 1984 yılına kadar yazın dünyasında Halis Kızılateş olarak yazıyordum. 

Bu konuyu da böylece işledikten sonra yeniden kendimi yazın alanına aktararak anlatmalıyım. 

Şiire, çok küçük yaşlarda ilgi duymaya başladım. Yörenin bilinen şairlerinden Ferman Baba'nın (01.07.1922-10.04.1996) oğlu olmam nedeniyle, benim şiirle, türküyle barışık kalmamın önemli bir etkisi bulunmaktadır. Kuzeydoğu Anadolu aşıklık geleneği ve halk edebiyatını küçük yaşlardan itibaren öğrendiğim ve sonraki yıllarda, özellikle edebiyat öğrenimim sırasında daha da geliştirdiğimi söylemeliyim. 

Çocukluk yıllarımı Dede Korkut Boylarının zengin anlatım geleneği, Oğuz Kağan boylarının dahası, Artaksiyalılar »Eski Oğuz« tanımlamasıyla anlatılan birçok masal, şiir, destan geleneği ile Küroğlu, Köroğlu, Aşık Kerem, Karaca-Oğlan ve benzeri destansı anlatıların içerisinde, halk ozanlarının söz sohbet bilenlerin dizinin dibinde destan, masal, türkü ve söylenceleri dinleyerek, okuyarak geçirdiğimi söyleyebilirim. 

Bizim bu yeşil Göle ovasına nasıl göç ettirildiğimizi ve daha önce yaşadığımız yerin neresi olduğunu, dahası 1500’lü yılların göçme olayını da yazmalıyım. Bizim dedemiz Diyar-ı Bakır’dan Bu topraklara göç yoluyla gelmiş. Babam bu göç öyküsünü şöyle anlatıyordu: 

»Esas bizim kökümüz Diyar-ı Bakır’dan gelmedir. Erzurum’da kalmışlar ondan sonra Yeşil Göle’ye gelmişler. Yeşil Göle de Kümbetli de kalmışlar. Ondan sonra Hoşdülbent’e gelmişler. Bu Köyün mülkiyeti bizimdir diyordu toprağı olmayan babam. Sonra sözün devamını söylüyordu. Yani şöyle, 1289 tarihli tapularımız, Ankara da Ardahan da Yeşil Göle Tapu dairesinde mevcuttur. Ama kendisinin hiçbir tapulu yeri olmadığını kendisi de biliyordu.«[v] 

Bu Diyar-ı Bakır olayına az da olsa değinmem gerekiyor. Gerçi ben bu soy olayını Alagöz Dağı’nın Çocukları/Çolaklar. »Kızılateş Sülalesi« başlıklı başka bir yazımda anlatmıştım. Sadece benim kendi yaşam öykümde ses olsun diye yazıyorum. Çolaklu aşiretini Kafkaslara sürüp bizim olan toprakları Kürt Beylerine peşkeş çekerek yörede üstünlük elde etmek. Bir bakıma Akkoyunlu devletini ortadan kaldırmaktı amaçları onu da elde ettiler demeliyim. 

Şimdi dönelim Diyar-ı Bakır olayına, başlayalım oraları anlatmaya. Diyar-ı Bakır gibi Akkoyunlulara başkentlik yapmış bir kentin, yakın zamana kadar bir Türkmen şehri olduğu ise herkesin malumudur. Bugün bile "Has Diyar-ı Bakırlı" deyince Türkmen kimliğine vurgu yapılır. Muş'un da benzer bir süreçten geçtiğini biliyoruz. Diyar-ı Bakır'ın Çınar ilçesinde Balkan muhacirleri yakın zamana kadar baskın nüfusu teşkil ediyordu. Buna benzer bir dizi örnek daha sıralamak mümkündür.«[vi] 

Bir dizi örnek sıralamak yerine, tarihin biraz derinliklerine gidelim. Diyarbakır Tarihinden bir iki alıntı bilgisiyle sözümüze devam edelim. 

İlk yerleşiminden günümüze kadar bölgeyi egemenliği altına alan bütün krallıklar şehri farklı adlarla anmışlar. Şehrin adı ilk olarak Asur hükümdarı Adad Nirari I (MÖ.1316-1281) ye ait olduğu bilinen bir kılıç kabzasının üstüne, “Amidi” veya “Amedi” olarak yazıldığı bilinmektedir.

M.Ö. 3000 de bölgenin ilk medeni ahalisi olan Hurriler Diyarbakır da egemenliklerini sürdürmüşlerdir. M.Ö. 2300-2260 tarihleri arasında Akadlı Naramsin tarafından kesintiye uğrayan Hurri egemenliği Naramsinden sonra devam etmiştir. M.Ö. 2.binli yılların ortalarına doğru Hurri boyları, Hurri ve Mitani adında iki konfederasyona ayrılmış; sonrasında Mitaniler bölgeye egemen olmuştur.

Şimdi tartışmalarda konu olan »Amidi veya Amedi« olarak «Bu adın kente, M.Ö. 3000 yıllarında ilk yerleşen ve bölgenin ilk medeni ahalisi olan Hurrilerden (Subartu) kalma olduğu kabul edilmektedir. Roma kaynaklarında da şehrin adı 'Amid' ve 'Amida' diye geçmektedir. 

Bölgenin göçebe ve Hint kökenli halklarından biri olan Süryaniler ise şehri 'Amid', 'Omid’, 'Emit' ve Amida diye anmaktadırlar. İslami dönemde şehir için kullanılan 'Kara Amid','Kara Hamid', 'Diyar-ı Bekir' olarak bilinen isimler Cumhuriyetle birlikte 'Diyarbekir' son olarak da 'Diyarbakır' şeklinde değiştirilmiştir. 

Bilinen tarih 1551’de Erzurum Beylerbeyi olan Sarı İskender Paşa, Ardanuç’u fethettikten sonra ilerleyen; ilerlediği topraklar olan Göle, Hanak, Ardahan ve Hoçuvan »Hasköy« kesimlerini alarak, Osmanlı hududunu Çıldır ile Posof ’da Kısır ve Ulgar dağlarına dayandırdı. Atabekler hükümetinin son yurdu III. Sultan Murad zamanında ve Safevi-Osmanlı savaşları sonucunda Osmanlı devletine bağlandı. Bu olaydan sonra, Göle ve Hoçuvan’a »Hasköy« Diyarbakır’dan getirilen Osmanlı aşiretleri yerleştirildi. Bu aşiretlerin kökeni de bilindiği gibi bilinen ve Oğuz-name olarak adlandırılan kaynaklara dayanmaktadır. Bu sözü edilen kaynakları ise bilinen isimlere dayanarak şöyle tanımlıyoruz. Bu aşiretler Şeref Name ve İskender-Name’ye göre bilinen Artaksiyalılar’a yani eski Oğuz boylarına dayanmaktadır.[vii] 

Tarih 1551 desem doğru demiş olurum. Kimleri nasıl tanımlarım bilemiyorum. Bildiğim bir tek olay var, dilimiz ezberi olan o güzel söz. Ben bu sözü buraya yazmalıyım. »Oğuz beyleri eyerledikleri küheylan atlarına binip gittiler, gidiş o gidiş bir daha dönmediler.« Şimdi bu sözün başka insanların dilinde ve başka tanımlamaların içinde olduğunu ben burada hemen söylemeliyim. 

Beylik bir başkasının verdiği unvan değildir. Beylik yaşadığın toprağın sana bahşettiği bir unvandır. O topraklar geçilince beylikte geçilirmiş diyordu babam. 

Bu toprağın beyleri, özünde taşıdıkları beyliklerini bu topraklara bırakıp Kafkas diyarına gittiler, bir daha bu topraklara gerisin geri dönmediler. 

Kimileri yayan gitti, kimileri at sırtında, kimileri kağnı ile sürgün gittiler bir daha dönmediler. Ağıtlarla tarihe not düşüldü. Oysa, bilinen gerçek ise ağıt yakanlar da bu ağıtları seslendirenler de sürgün yollarındaydılar. Ağıtlar sese, sesler rüzgara, rüzgar yağmura karışmıştır. 

O güzel küheylanlar Kafkas yollarına rahvan oldular. Yorga gidişleri halaylara yansıdı. Diz kırma, mendil sallama ses sese katma uzun destanları oluşturdu. 

Seslendi eli kınalı gelinler, beli kemerli kızlar olanca güçlü sesleriyle yeşil dağ yamaçlarına ezgilerin en ağırını. Nen eyle nen eyle Çolak nen eyle / Çık Kafkas dağından bize el eyle… 

Sürgünler gidiyor turna sesiyle
Sürgünler gidiyor Oğuz yurdundan
Sürgünler gidiyor Kafkas Dağları'na
Diyar-ı Bakır’dan yola çıktılar 

Bu ses diller ezberi olmuş,
Destan diliyle dersek,
Sürgün günlerinden beri bilirim
Çok sular seller gelip geçmiş
Mavi gök gürleyende
Çok yağmurlar yağmış
Yada taşı kutsama töreniyle
Şamanca 

O yeşil ovalarda
Göklü çemen üstüne
Daha ağ çadırlar kurulmuyor
Av avlayan
Kuş kuşlayan Oğuz beyleri
Bir anda ah demeden
Yahşi küheylan atlarına binip gittiler
Gidiş o gidiş bir daha dönmediler.[viii] 

Elimde ikinci bir yazı var. Bu yazı, »dedelerimizin isimleri« diye yazılmış ve bana verilmişti. Bu liste köye ilk gelen ve Çolak Umo adıyla anılan dededen başlıyor. Aynen şöyle: »Çolak Umo, oğlu Ömer, oğlu İbrahim, “Ataş Bin-i İbrahim”  deniliyor notun üstünde ayrıca. Burada bir başka bilgi daha var. Ömer’in iki oğlundan söz ediliyor. Birincisi İbrahim, ikincisi Musa, böylece soy burada ikiye ayrılıyor. 

Evet, bizim soyumuza Çolak diyorlar. Çoğul olarak ise Çolaklar deniliyor. Büyük büyük büyük dedemizin Çolak olmasından kaynaklanıyormuş. Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde, dahası Irak Telafer de hatta kırım dolaylarında yaşayan Çolakların hemen hemen hepsinin de anlatımı aynı gerekçeyle yazılıyor. Diyorlar ki, büyük büyük büyük dedemiz Çolakmış ondan bize Çolaklar deniliyor. 

Yani yukarıda da sözünü ettiğim Kinyas Bey’in oğlu Çolak’tan bu yana bu sülaleye Çolaklar deniliyor diyebilirim. Bu denilmeden yola çıkılarak bu sülalenin içinde yaşayan her insanın adının başına Çolak sözcüğü eklenir. Çolak Ömer, Çolak Asker, Çolak Bektaş, Çolak İbrahim gibi. Ben bu seslenişi Çolaklu oymağının bir getirisi olarak kabul ediyorum. Bir insanın içinde bulunduğu oymağın adıyla çağrılması güzeldir. 

Devam ediyoruz alıntı yazısıyla, yani şöyle diyorum. Çolak, Albaniya’nın Kinyaz neslidir. Kaheti şehrinin şöhretli isimlerinden biri olan Kinyas Bey Araz Çayı’nı geçip kendi adına miras deyip, bir yaşayış meskeni olarak seçtiği yerleri oğlu Çolak’ın adı ile Çola-Kert »Çolak Bahçesi« olarak adlandırdı. Bilmiş ve kabul etmiş olalım ki, Araz Çayı’nın totem adı Alagöz’dür, demeli ki, Çolak Alagöz neslinden çıkmıştır. Alagöz Dağı’nın eteğindeki Çola-Kert yerini kendilerine yaşayış meskeni olarak seçmişler.  Bu yörenin yerli halkı olarak kayıtlarda geçiyor.

Uzun sözün kısası yazının bu bölümünde kendi soy şeceremi vererek kendi soyumu belgelemeliyim. Buyurun, Diyar-ı Bakır sürgünlüğüyle başlayan ve elimde bulunan on kuşak soy şeceresi. Her kuşak arası kırk yıl olarak hesaplanırsa, ek olarak birinci kuşağa da kırk yıl eklersek on çarpı kırk tam dört yüz kırk yıl ediyor. Yani ben dört yüz kırk yıl geriye gidebiliyorum. Yanı kısacası 1551 tarihi böylece doğrulanıyor. Diyar-i Bakır sürgünlüğü ile başlayan ve belirlediğim kendi soy şecerem. 

  1. Kinyas Bey[ix]
  2. Oğlu Çolak Umo  »Umur Bey«[x]
  3. Oğlu Ömer
  4. Oğlu İbrahim
  5. Oğlu Ataş
  6. Oğlu Tahir
  7. Oğlu Halil
  8. Oğlu Fermani
  9. Oğlu Halis
  10. Oğlu Ozan, Kağan, Serkan. 

Bazı isimler var ancak tam emin olmadığım için buraya yazmadım. Çolak Umo’nun babasının adının Kinyas,   Kinyas’ın baba adı ise Kenan olma ihtimali var. Ya da şöyle demek gerekiyor, Kenan, Kenan’ın oğlu Kinyas, Kinyas’ın oğlu Çolak Umo elbette bu isimler net olmadığı için listeye eklemedim. 

Son söz olarak şunu söylemeliyim. Biz Çolaklar sanırım Anadolu sahasında en eski yerli halkız. Bunu tarihi bilgi olarak Herodot söylüyor. Sanırım bu söz doğru, Asya içlerinden gelişler geri dönüşü anımsatıyor. Günümüzde Kırım Tatarları ve Güney Kafkasya’dan Mesket Türkleri de kitleler halinde göç ettirildi. Şimdi ise anayurtlarına dönüyorlar. Sanırım bizde böylesi bir gidiş sonrası dönüş olayını yaşamışız. 

Yılların getirisi olarak kendi öz sorunlarımla ilgilendim. Dahası kendi özel sorunlarım bir bakıma aile sorunlarıyla bütünleştiğini anladım. Bu anlamadan sonra aile sorunlarına el atıp onları çözeyim derken, bazı olaylar karşısında şunu anladım. Kendi özel sorunlarım ile ailevi sorunlarımın çözüm yolu toplumsal sorunların çözümünde yatıyor. 

Bu düşüncenin varlığını anladıktan sonra, sistem olarak toplumsal sorunlara yöneldim. Toplumsal sorunlar içinde koşuştururken, birdenbire kendimi yazın dünyasında buldum. Yani yazarak, anlatarak sorunlarımı çözmeye çabaladım. 

Her türlü yazın çeşidini denedim, bu deneylerin tek ve en önemli gerekçesi kendimi anlatabilmek. Kendimi ve çevremi yazın dünyasında anlatabilmek için çok emek verdiğimi söylemeliyim. 

Kendi öz sorunlarımı ve çevremin çelişkilerini anlatabilmek için yazın dünyasında ağırlıklı olarak şiir yazmaya başladım. Tek sığınağım baba mirası olan ozanlıktı. Ozanlığın getirisi olarak yöremizde bulunan ezgilerdi. Ben bu ezgileri kendi berbat sesimle söyleyince az da olsa mutlu oluyordum. Bu ses benim berbat sesimdi, bu ses ne kadar berbat olsa da yanık ve yakıcıydı. Her seslendiğimde yüreğimi yakıyordu. Bu yangın bana geçmiş yılların getirisini anımsatıyordu. Daha önce Alagöz Dağı’nın çocukları Çolaklar yazısında sözünü ettiğim devlete göre göç bize göre zorunlu sürgün olayı. 

Benim yaşantımda üç önemli şehrin olduğunu söylemeliyim. Göle kasabası, Ankara şehri daha sonra Essen şehri. Bu üç şehrin bana bağışladığı kültürün harmanlanmış bir eseriyim. Bunu kendime ilke edinmişim. Yani berim kültürel varlığım bu üç şehrin kültürünün karışımıdır. 

Yazın dünyasında sorunlarımı anlatabilmek için en basit ve en anlaşılır bir anlatım yolunu seçtim. Süslü ve abartıcı bir yazın dünyasından sürekli uzak durdum, hep kendi sorunlarımı toplumsal sorunlarla birlikte araştırmaya ve anlatmaya özen gösterdim. 

Edebiyatın tüm yanlarıyla ilgilendiğimi ilk baştan söylemiştim. Son söz olarak da söylemeliyim. Ben ilk şiirlerimi 1975 yılında Yeşil Göle gazetesinde yayınladım. Daha sonraları bazı dergi ve gazetelerde şiirlerimi yayınladıysam da isimlerini anımsamıyorum. Uzun bir dönem, şiir yayınlamadığımı söylemeliyim. 

1975 yılından bu yana yazılarımı ve şiirlerimi yayınladığım dergi, gazete, internet sayfalarından bazıları şunlardır. İlk olarak Yeşil Göle Gazetesini yazmalıyım. Daha sonra 1984 yılından itibaren şiir yayınlama işlemi, Yazın Dergisi ile Güney sanat ve edebiyat dergilerinde sürekli, Türk Dili Dergisi, Yaba, Tohum, Sanat 88, Kırmızıgül, Allıturna, Bekir-Abi, Ardahan Haberleri, Devhaber, Minidev, Gülce Edebiyat, Gaziantephaberler, Kahve Molası,  Sanalbasın  kuzeyanadolugazetesi, Kardelen, Çağdaş Edebiyat, avrupaedebihayat gibi değişik internet ve sanat-edebiyat dergilerinde yayınladım. Ayrıca benim kendi yönetimimde iki tane Blogger sayfam vardır isimleri ise »Orhan Bahçıvan »Halis Kızılateş«, ikincisi ise Kızılateş Edebiyat Sayfası« adlarıyla yayındalar. Birçok yazı, makale ve şiirlerimi buradan yayınlıyorum. 

Benim yayın dünyasına hazırlayıp sunduğum kitapların listesi. Bu listede var olan kitapların ikisi serbest şiir kitabıdır. İki si de Araştırma kitabıdır. Biriside Derleme kitabıdır. İsimleri şunlardır. »Şiiristan Merhaba« (1989), »Acılar da Üşür« (2002), adlı şiir kitaplarım. Daha sonra Bekir Karadeniz ile birlikte hazırladığım »Doğulu Halk Şairleri« (2010), adlı araştırma kitabım ve Gökhan Temur, Selçuk Murat Kızılateş ile birlikte Ardahan Türküleri (2016) başlığı altında türkü kitabını yayınladım. 

Ayrıca yayına hazır 27 şiir kitabım elimde bekliyor. Bu kitaplardan yedi tanesi destan türü olarak hazırladığım kitaplardır. Diğer bir adıyla nehir şiir türü olarak yazdığım kitaplardır. 

Hazırladığım şiir kitaplarımın isim listesi: 

  1. Şiiristan Merhaba
  2. Acılar da Üşür
  3. Alagöz Dağı’nın Çocukları
  4. Ardahan Anka Kuşu
  5. Sarıkamış Bir Ağıttır
  6. Sarıçiçek Ezgisi
  7. Essen Şiirleri »Üç Şehir«
  8. Külazık Şiirleri
  9. Kür-Han Sultan Destanı
  10. Ay Dolanır Gözlerine
  11. Yerli Güzeli
  12. Kızıl Ateş Şiirleri
  13. Yol Ezgileri
  14. Gün Çalgunu
  15. Ağıt Yüzlü Ezgiler
  16. Çağrışımlı Bir Sevdanın Şiiri
  17. Mavi Sarmaşık »Astan-Bolik«
  18. Yasamal Şiirleri
  19. Huma Kuşu Ağlarsa
  20. Göleli Gelin Destanı!
  21. Ağulu Güller
  22. Aysel Sesimi Getir Bana
  23. On Paralık Şiirler
  24. Alageyik Destanı
  25. Karşı Mahalle
  26. Kızılgedik Dağları
  27. Mor Dağların Çocuğuyum 

Serbest şiirlerimi içeren kitap listesini verdikten sonra, birde, Bahçıvan mahlasıyla yazdığım, hece türü koşmalarımdan söz etmeliyim. Hece şiirinin sistem içinde var olan türlerinden en az 15 türünü işlemişim. Bahçıvan Ezgileri başlığı altında hazırlanmış bir kitap olarak yayınlanmayı bekliyor. 

Halk yazını olarak hazırladığım kitaplardan bazıları. Çocukluğumdan bu yana, ezberlemek gerekçesiyle defterime yazdığım ve sakladığım türkü sözleri, yaklaşık olarak 700 sayfalık bir kitap halinde hazır bekliyor. 

Dahası, Göleli Ferman Baba, Göleli Celaloğlan, Merdinikli Türkmen Karaca-Oğlan, Narmanlı Sümmani, Köroğlu, Aşık Kerem gibi değişik ozanların adına hazırladığım kitaplar da yayına hazır durumdadır. 

Yöremizde anlatılan halk masalları derlemelerimde vardır. Bir kitap olacak kadar masal derlemem olduğunu söylemeliyim. 

Kısaca Arşiv anlatımını bu yazının içine almış bulunuyorum. Bu yazının sonunda en başta sözünü ettiğim şiiri vermeliyim. Buyurun bu şiiri birlikte okuyalım.

*******

Ben Bir Gurbet Çocuğuyum[xi] 

Ben bir gurbet çocuğuyum Asya'dan geldim
Kızılgedik yaylasını
Özlem denen o nehrin sularına bıraktım
Turnalar gibi, kanatlanıp
İlden ile uçmuşum
Sevgisizlik, bir uçurum bilirim
Sahipsizlik de öyle
Heder etmedim insanlık dünyamı
Puştun, pezevengin oyuncağı olmadım
Dik durdum, dik yürüdüm, onurumla
Düşürmedim gözlerimi
Haramiler beldesinde yalana
Onun için, dizelerim emeğimdir
Göz nurumdur severim. 

Ben bir gurbet çocuğuyum Asya’dan geldim
Yüz yılların yolcusuyum
Kanatlarım yorgun
Yüreğim dargın
Oysa ben,
Ninnilerle, türkülerle yoğrulmuşum
Ağıtların ortasından geçerken
Ağlamıyor gözlerim 

Ben bir gurbet çocuğuyum Asya'dan geldim
Gurbeti vatan bilmişim, vatını gurbet
Duygularım yeşil çimen sadeliğinde
Öylece dokunuyorum sabahların yüzüne
Sesim bir kavalın sesi
Ferman Baba’nın türküsüyle esiyor
Durmadan dinlenmeden 

Ben bir gurbet çocuğuyum Asya'dan geldim
Esintiler önünde savrulup yok olamam
Fanilam hala Yeşil Göle kokuyor
Türkülerim de
Saçlarımda Hoşdülbent’in rüzgarları
Dilimde o halay türküleri
Esmerleşiyor 

Ben bir gurbet çocuğuyum Asya'dan geldim
Elim, yüzüm, üstüm, başım çiçek yarası
Soframızın katığıdır özlemlerin tortusu
Ben ki kıl çorapla nehirlere girmişim
Çayırlarda çimenlerde koşmuşum
Çelik - çomak oynarken yorulmuşum
Sarsmaz beni gurbetin çarpıntıları
Taşlı beton yığınları 

Ben bir gurbet çocuğuyum Asya'dan geldim
Suskun su yataklarında
Böceklerin sesiyle kendimi avutuyorum
Güneş hep aynı güneş
Bulut, her zaman gözlerime benziyor
Gökyüzü yüreğimdir
Çünkü ben,
Üzerine toy künyemi yazmışım. 

Ben bir gurbet çocuğuyum Asya'dan geldim
Bırak, anlatayım duygularımı
Darmadağın oluyorsam dizelerin içinde
Gel, susturma beni
Sesimle dizelerimi alıp götüreyim
Karınca kararınca bizim ellere 

Ben bir gurbet çocuğuyum Asya'dan geldim
Varlığımı kanıtlamak istiyorum
Bu beton yığını viranelere
Unutulmuş bir türkünün sesi olmamalıyım
Unutulmuş bir ağıtın ezgisi
Duyurmalıyım sesimi
Sesimi duyuyor musun?
Dinliyor musun?
Sesim gurbetin sesi olsa bile
Vermeliyim rüzgarların önüne
»Ha bu diyar«  türküsüyle birlikte  

Orhan Bahçıvan »Halis Kızılateş« 









[i] Tepük; Kaşgarlı Mahmud'un XI. yüzyılda yazdığı Divanü Lügat-it Türk adlı eserinde adı geçen ve Türkler arasında oynandığı belirtilen bir tür top oyunudur.
[ii] Asiye: TDV İslâm Ansiklopedisi.
[iii] TDK sözlüğü İsimler sözlüğü.
[iv] Kırzıoğlu, M.F., a.g.e. s. 501-504.
[v] Babam Fermani Kızılateş ile Amcam Sürmeli Kızılateş’in bana verdiği yazılı bilgiler.
[vi] Kayıp Türkler Ali Rıza Özdemir 5. Baskı, Yayımlayan: Kripto Basım Yayım Dağıtım.
[vii] Kırzıoğlu, M.F., a.g.e. s. 501-504.
[viii] Alagöz Dağı’nın Çocukları »Orhan Bahçıvan« kitabından alıntıdır.
[ix] Kinyas: Geniş yüzlü kimse. Sağlam, dayanıklı.
[x] Umo: Eski Türkçede yani Oğuzca'da inanç anlamında ki UM kökünden gelmektedir. Umi, Umu, umo sözlerinin ruh, kuş gibi anlamları olduğunu söyleyebilirim. Yazılım gereği U-O olarak okunabiliyor. Uğuz Oğuz gibi...
[xi] Acılar Da Üşür / Yazarı, Orhan Bahçıvan, Yayın Evi, Dönüşüm Yayınları, 2002 …

Yorumlar

  1. Çok heyecanla okudun kıymetli Orhan Bey. Öykü tadında yazmışsınız, çok lezzetli. Ömrünüz uzun olsun. Yazmanızı rica ederim, yazın ne olursa, size çok yakışıyor. Tekin Büyükkaya

    YanıtlaSil
  2. Tekin Büyükkaya Bey, çok teşekkürler, Elimizden gelen neyse onunla yazmaya çalışıyorum. Tekrar yorum için çok çok teşekkür ediyorum.

    YanıtlaSil
  3. Orhan Bahçıvan başta ne kadar da benim canım abim olsa,ne kadar da bana harika bir dost olsa,öncelikle hocam'dır, yani beni İnci yapan güzel can güzel insandır Canım abim ben de gerçekten her satırı büyük bir heyecanla okudum, hem güldüğüm hem duygulandığım bölüm sesinin berbat olduğunu söylediğin bölümdür:-)) sesini bildiğim için katılamıyorum sana :-))) senin mütevazi kişiliğin öyle görüyor.Her yönün ile çok can bir insansın çünkü.Yüreğin var olsun abicim ayrıca bir sürü bilgiler edindim sayende iyi ki varsın,her daim var olasın����������

    YanıtlaSil
  4. Sayın Ozan İnci, Yorum için yürek dolusu teşekkürler. Selamlarımı gönderiyorum…

    YanıtlaSil
  5. Rica ederim değerli hocam abicim

    YanıtlaSil
  6. Sevgili Orhan hocam, başta kısa ve öz özge miş okuyacağım düşündüm. Bazı olayları birbiriyle öyle harmanlamışsın deme gitsin.
    Sevgili Orhan hocam, yüreğin ve kalemin hiç susmasın. Toroslardan kekik kokulu selamlar yolluyorum.

    YanıtlaSil
  7. Kaleminiz hep varolsun hiç susmasın değerli hocam siz çok güzel anlatmışsınız bana söyleyecek birşey kalmamış sizin gibi de anlatamam zaten ömrünüz uzun olsun.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Alagöz Dağı’nın Çocukları / Çolaklar / »Kızılateş Sülalesi«

Merdinikli Türkmen Karaca-Oğlan...

Göle Yöresi Halk Oyunları