»Günümüzde Beyin Göçü«
»iş gücü istendi ama insanlar geldi«
Max Frisch
Göç: Ekonomik, toplumsal ya da siyasal nedenlerle bireylerin ya da
toplulukların bir yerleşim yerinden, başka bir yerleşim yerine, bir şehirden
başka bir şehre, bir ülkeden başka bir ülkeye, dahası, bir kıtadan başka bir
kıtaya gitme eylemidir.
Göçmenlik söz konusu olunca, göç kavramının ilk tarihsel sürecine
bakmak gerekir. Göç sözcüğünü anlam olarak yukarıya yazdım. Arapça karşılığının
"hicret" olduğunu biliyoruz. Eski Türkçede ise »köç« sözcüğünden
kaynaklanmaktadır. Bu sözcük zamanla yumuşak bir söyleyiş kazanır ve dilimize
"göç" olarak yerleşir. "Göç" kavramı içinde sadece
insanların var olduğunu düşünmek pek olası değildir. Kuşların, balıkların bile
göç etmeleri göçmenlik olayının doğada da bilinip uygulandığını gösterir.
Göçlerin tarih içindeki serüvenini araştırmayı bilim insanlarına
bırakalım. Türklerin tarihinde göç denince akla Orta Asya göçleri gelir. Tarih
olarak da 1071 yılı hafızalarda yer etmiştir. Ama halk arasında şöyle bir tanım
yapılmaktadır:
"Sekiz yüzlü yıllarda Çin'in oralardan kalkıp yola düştük.
Teknedeki karnımızda, sandıktaki sırtımızda diyerek… Gün olur, uyumak
maksadıyla, gün olur yorgunluğumuzu gidermek amacıyla duraklarız. Gün be gün
gelip Avrupa kıtasına ulaştık. Asla geri dönmedik. Dönmeyi de düşünmüyoruz.
İleri hep ileri, dünyayı turladık, turlayacağız..."
Yüzyılların ötesinden başlayıp, günümüze kadar uzanan bir göç olayı.
Anadolu tarihini baştanbaşa etkileyen dahası, Avrupa tarihini biraz daha geniş
tutarsak, Orta çağ karanlığını yıkan, birinci göç dalgasından sonra Avrupa
kültürünü etkileyen bu ikinci göç dalgasını anlatıyoruz.
Birinci göç dalgası diye isimlendirdiğim göçler bilimin aydınlığına
insanlığı taşıyan ve dolayısıyla, »Rönesans ve Reformları anımsarsak« dünyayı
etkileyen bir göç. Günümüzün göçmenleri, Anadolu'dan Avrupa'ya göçen göçmenler
olarak, bu göçün uç noktasını mı yaşıyoruz? Bunu söylemek için sanırım henüz
erken. Ancak bu göçlerin bir noktasında var olduğumuzu çok iyi biliyorum.
Türklerin, her ne sebeple olursa olsun, Orta Asya'dan kalkıp, Anadolu
topraklarına, oradan da Avrupa içlerine kadar gelmesi bir bütünlük taşıyor.
Anadolu tarihi irdelendiği zaman, yukarıda da sözünü etmiştim, bu göçlerin
başlama tarihi 1071'lerin çok öncelerine gittiği görülür. Günümüze kadar uzanan
bu göç akını durmak nedir bilmiyor. Durmak, yerleşik yaşam demektir. Yerleşik
yaşam ise alt ve üst yapının kurumlaşması demektir. Anadolu'da bulunan şehirlerin
gecekondudan kurtulup alt yapısıyla üst yapısıyla kurumlaşması bu göçlerin
durağanlaşmasıyla doğru orantılı olduğunu sanıyorum.
İnsanlık tarihi, gelişim süreci içinde, kendi devinimiyle atılımlar
yaparak, yaşadığımız günlere ulaşmasını başarmıştır. Bazen kimlik değiştirerek,
bazen yıkıp yeniden yaparak ama hep ileriye hep ileriye doğru yürüyerek bir
kervan misali durmaksızın ilerlemeyi bilmiştir. Anadolu toprakları üstünde
yaşanılan tarih boyunca durmaksızın göçen insanlar ve toplumlar kendi varlıklarını
yeniden oluşuma borçludurlar. Hal böyle olunca, ister istemez Anadolu'da
gelişen toplum yapısı bu göçlerin etkisiyle sürekli değişime uğramıştır.
Bugün ki durum değişim göstererek, dünün yarınını belirler. Bugünün
yarınını belirleyen olguların üstünde durmak üzere sözü yazın dünyasına
getirmek istiyorum. Yazın konusuna gelirken, konuyu baştan ele alalım,
gerilerden irdeleyip gelelim. Yani Dede Korkut, Yunus Emre, Kerem, Karacaoğlan
adlarıyla bilinen o dönemlere doğru gidelim. Yunus Emre, adıyla başlayalım
söze: Anadolu'da boy vermiş, kök salmış bir Horasan göçmeni, asırlık çınar. Bu
çınarı tarihi kaynaklar şöyle veriyor:
»Bugün Topkapı Müzesi’nden Başbakanlık Arşivi’ne getirilen 63. sayıda
kayıtlı ve Hicri 924 / miladi 1518 yılında Yavuz Sultan Selim adına, Karaman
Eyaleti vakıflarını içine alan defterin 335. Sayfasında, Yunus'un bağlı
bulunduğu aile reisi İsmail Hacı’nın Horasan'dan cemaati ile Larende'ye, yani Karaman’a
gelerek buralara yerleşip yurt edindiğinin kayıtlı olduğu öğrenilmiştir. Belge
şudur.«[i]
»Kerye-i Şeyh Hacı İsmail an kaza-i dervişleri ile diyar-i Horasın’dan
gelmiş aziz imiş. Bunda tavattün edip badehûoğlu Musa Paşa bunda bir zaviye
bina edip badehûanın oğlu Güveği Çelabi dahi bir zaviye bina edip etbai
ilesakin olup ellerinde ber vech-i vakfiyyet öşürlerin vakfa verip zaviyede
sarolunup kendileri ve dervişleri avarızadan ve resm-i ganemden ve resm-i
çiftter muafdırlar«[ii]
Yine bu dönemin kayıtlarına bakıldığı zaman Yunus Emre'nin iki karısı,
sulu arazileri ve bir dükkânı olduğunu öğreniyorum. Yunus Emre'nin ölümünden
sonra tapu kayıtlarının çocuklarına intikali bu belgelerin içinde bulunuyor.
Yani koca çınar bir Horasan göçmeni.
Hanya’yı Konya’yı bir kenara bırakarak, Rumi sözcüğünün Urmi sözcüğüyle
yer değişimini, Kara Han sözünün, Karaman’a dönüşümünü düşünmeden geçip gelelim
Mevlâna'ya, yazılı kaynaklara bağlı kalarak aktaralım, Asya'nın Belh şehrinden
göçüp gelen Bahaeddin Veled'in Konya şehrine gelmesi ve yerleşmesi. İşte
Mevlana diğer adıyla Celâleddin Rumî bu şahsın oğludur. Yani sözü edilen
Mevlâna da Asya kökenli bir Belh göçmenidir. Daha önceki yazılarımın birinde bu
konuyu işlemiştim o yazıdan küçük bir alıntı almalıyım buraya. Göç ve
Göçmenliği betimliyor. Biraz da bizim Almanca bilmeyen Türk kökenli Almancı
göçmenleri tanımlıyor demeliyim.
Mevlana Celaleddin-i Rumi[iii],
Urmi»30 Eylül 1207, Belh - 17 Aralık 1273, Konya« bu kişi bir yanıyla Türk,
bir yanıyla Fars kimliğiyle anılıyor. Mevlana kendisi Türk olduğunu yazıyor.
Oysa eserlerini Farsça yazdığı içindir ki, o eserler ilk önce Fars Edebiyatı
içinde görülür. Türk dili edebiyatı içinde çeviri sistemiyle yer alır.
Şu rubaisi kendi beyanı olduğu kabul edilirse ki öyledir. Kendisini
tanımlıyor.
»Beni yabancı yerine koymayın
Ben bu mahalledenim
Ben sizin mahallenizde kendimi arıyorum
Düşman gibi görünüyorsam da düşman değilim
Hintçe konuşuyorsam da aslım Türk’tür«[iv]
Yani Mevlana, Hintçe konuşuyor, Farsça yazıyor, Türk olduğunu beyan
ediyor. İlginç, Selçuklular için söylenen bir söz vardır. Türkçe konuşur,
Arapça Allah'a inanır, Sevgilisine Farsça şiir yazar. Böylesi bir dönem
yaşanmış. Bunu böyle kabul edeceksin. Başka çare yok. Mevlana Farsça yazdı
diye, Fars edebiyatı yerine Farsıya edebiyatı mı diyelim olur mu böyle
saçmalık. Doğru olan Mevlana'yı o diliyle kabul etmek öylece benimsemek.
Az önce bir atasözü ile sunduk Mevlana’yı, Şimdi sadece isimlerini
vererek yolumuzu alalım. Alın size bir demet göçmen çiçeği: Hace Bektaş Veli,
Hace Bayram Veli, çağına damgasını vuran, yılların değil asırların
yıpratamadığı şu bizim Karacaoğlan, Dadaloğlu, Köroğlu, Kerem daha daha
niceleri göçtüler ve yazdılar. Şimdi gelelim bir adım daha ileriye, günümüzün
aynasına bakalım kimleri gösterecek. Bakalım ve görelim. Kendi sığ kalıpları
içinde yazmayı sürdüren, yazın emekçilerinden daha verimli, daha güzel ürünü,
göçen ve göçtüğü yerde üretim yapan yazın emekçisi vermeyi başarmıştır.
Sözümüze bir örnek olsun diye, yazının bu bölümüne bir alıntı yapalım.
Türk Dili Dergisi, sayı 24 Mayıs Haziran 1991 Şahap Sıtkı »Şiir Üstüne« adlı
yazısında Nâzım Hikmet'i anlatıyor:
»Şiirimize Mehmet Nâzım adıyla giren Nâzım Hikmet, ilk şiirlerinde
oldukça acemi, dirençsiz, imgesel ölçülü, alışılmışın dışına çıkmayan çok
duygulu bir gençtir. »Kırk Haramilerin Esiri« , »Sarı Zeybek« gibi
şiirlerinde ise, belki biraz daha usta ama gene fikir kıvamını taşırmış,
ateşli, coşkun bir şiir tutkunudur. Kendinden önce gelenlerden şairi ayıran tek
özellik bizim dilimizle yazmaya çalışmasıdır. Kurtuluş Savaşı'na katılmak, çok
sevdiği Anadolu insanıyla birlikte dövüşmek için Anadolu'ya geçip de kendisine
verilen görevi ateşli yüreğinin çok altında görünce komşu bir ülkeye gitti.
Ülkemizde, değerli ustalardan ilk şiir beğenisini tattığı halde gittiği ülkede
yüz yıldan bu yana değişen, boyuna yenileşen Batı şiiriyle, Batı ustalarıyla
karşılaşınca düş kırıklığına uğrar. İçinde taşmak için fırsat kollayan o büyük
soluk, hâlâ acı çeken komşu ülke halkının acısıyla Anadolu insanın o garip
benzerliğiyle birleşince, şair büsbütün güç kazanır. Artık, alışılmış ölçüleri
bırakıp yeni biçimle şiir söylemeye başlar. Gitgide yediveren bir gül gibi,
açıldıkça açılır, gelir. Memleketimden İnsan Manzaraları eseriyle zirveye ulaşır.«[v]
Bu alıntı bizlere bir olayı anımsatıyor. Nâzım Hikmet dediğimiz o koca
usta, göçmen bir yaşamın içine girince, içinde olduğu yaşamın devinimiyle yüz
yüze gelince kendi kendisini aşmayı başarır. Bu gelişimin ve kendi kendini
aşmaya iten olgunun sebebi göçmenlik kavramında yatmaktadır. Yani şunu
demeliyim. Göçmek, gezmek değişmek demektir. Ne demiş atalarımız? Akar su
durucadır. Çağla ki durulasın demişler…
Bir atasözü verelim: "Duran su kokarcadır, akan su durucadır"...
Bu yazının kapsamı sadece altmış yıllık göç olgusu üstüne olması gerekirken,
biz nerelere ulaştık. Bu ulaşım esnasında göçmenlik yaşamı içinde yazın
dünyasını sarsan tüm yazın emekçilerini almadık. Bu başlı başına bir araştırma
konusu.
Sözün bir yerinde söyledik. İnsanlık tarihinin belki de en büyük göçü
sayılan Asya'dan Avrupa'ya yapılan göçtür. Kısa bir zamanda böylesine büyük bir
göç ilk kez yaşanıyor insanlık tarihinde. Kendi deyimiyle iş gücü göçü… Yani
işçilerin göçü anlamında söylense de görün ki, bu göç içinde neler taşıyor.
Bizim bu neler dediğimiz olayı açıklayalım. Bu büyük göç salt bir iş gücü göçü
olarak adlandırılmamalı. Siyasi koşullar nedeniyle, içinde beyin göçünü de
barındıran büyük bir olgudur.
Gelin hep beraber bu büyük göç olgusunun içinde barınan unsurları
görelim. Bu göç tarihi süreç içinde elbette çözümlenecektir. Gerekli ya da
gereksiz bu göç kervanına katılanlardan biride benim. Evet bu göçü canlı canlı
yaşayanlardan birisiyim. Bu nedenle göçün neresine bakarsanız bakınız her köşesinde
benim gibi bir göçmeni bulursunuz. Bu göçmenlik olgusunu benim yazdığım tüm
şiirlerimde imge olarak bulmak mümkündür. Ancak bir şiirimi buraya alıyorum. Bu
şiirim Orhan Bahçıvan / Acılar Da
Üşür / Dönüşüm Yayınları 38 / Şiir Dizisi: 5 / Birinci Basım: Mart 2002 yılında
yayınlanan kitabımda bulunuyor. Şiiri okuyoruz.
****
Göçmenler
İki kadın oturuyor parkta
Kestane ağaçlarının dibinde
Çimenlerde ben
Kadınlar göçmen
Ben de göçmen
Çocuk yolun ortasında
Çırılçıplak kalmış
Zeytinimsi kara gözlerinde
İki damla yaş
Çocuk göçmen
Ben de göçmen
Toprak
Artık eski toprak değil
Barut kokularıyla dolu
Yağmur yakın
Eve dönmeliyim
Yağmur göçmen
Ben de göçmen[vi]
Bu şiiri okuduktan sonra şunları da
yazmalıyım. Dedim ya tarihin en büyük göç kervanıdır bu kervan. Bağrında kimleri
barındırıyor, kimlerin yaşamını gözümüzün önüne sergiliyor buyurun onları isim
isim görelim. Aslında isimden öte bu göçmenleri kendi anlatımıyla göçmen yazını
içine sıkıştırıp yok sayıyorlar. Üzgünüm bu böyle.
Tarihte Arabistan topraklarına yapılan
seferleri anlatan tüm gidişlerin adını Yemen koydular ve Türkülerin içine
öylece yerleştirdiler. Her göçmen bu olayın içinde bir imge gibi yerini aldı.
Tüm ağıtlar imgeleriyle birlikte günümüze kadar geldiler ve böylece var
olacaklar. Bu olayın bir başka çeşitlemesi ise Avrupa göçleridir. Bu göçler ise
Almanya adiyle tanımlanıyor. Yani bir önceki Yemen olayı gibi Almanya olayı da
bir imge niteliğine bürünmüştür demeliyim.
Anadolu halkının yerel kültüründe Avrupa
olayı Paris imgesiyle bilinirdi. Anadolu topraklarında bulunan herhangi bir
şehrin az modern görüntülü olduğu anlatılsaydı şöyle tanımlanırdı »Şehrimiz
Paris oldu« bu sözcük Osmanlı geleneği olarak bize aktarılmıştır. Şimdi ise,
Paris tanımlamasının yerini direk Almanya tanımlaması almıştır. Zaten Anadolu
halkı biz Avrupalı Türk göçmenleri direk Almancı sözüyle tanımlıyorlar. Bu
tanımlamanın içinde az da olsa ırkçılık yatıyor demeliyim. Ama yine de Anadolu
insanına göre biz Avrupalı Türkler Almancıyız.
Almancı göçmenlerin bünyesinde var olan bu
büyük beyin göçünü bir, iki boyutuyla anlatmalıyım. Göç derken, her dönem, büyük
olsun ya da küçük olsun bu göç olayı kendi bağrında beyin göçünü de taşır. Asya
topraklarından Anadolu içlerine taşınan göçlerin bağrında olanları da bu
yazının içine aldık. Yunus Emre, Mevlana gibi Birkaç isim aktardım. Böylelikle
göçen insanların yani bu göçmenlerin ben açım ekmek istiyorum olayı olmadığını
ve her göçmenin de birer kültür varlığı olduğunu unutmamak gerekiyor. Tarihin
hangi dönemine bakarsan bak, her baktığın dönemde göçmenler gittikleri sahayı
değiştirdikleri gibi kendi öz benliklerini de rahatlıkla değiştirdiklerini
görüyoruz.
Şunu hemen söylemeliyim. Şu günlerde yüz
yılımızın en büyük göçü olarak tanımladığımız bu göç olayı da Avrupa’yı her
yönüyle, dalga dalga değiştirdi, değiştirmeye de devam ediyor.
Betimlemeye çalıştığım Almancı deyimini şiirinde
en güzel işleyen şairlerden biride Sayın Yağmur Atsız’dır. Kendisi de bu büyük
göçün içinde olması nedeniyle yaşamını bu şiirle imgelemiştir diyebilirim. Bu
şiiri Sayın Zülfi Livaneli besteleyip seslendirmiştir. Örnek niteliğinde olması
nedeniyle yazının bu bölümüne alayım. Bu şiir Almancı imgesini en güzel işleyen
şiirlerden birisidir bana göre…****
Alamanya Beyleri
Bir adımız Alamanya beyleri
Bir adımız Anadolu yabanı
Döner şeritlere dişli çark olduk
Daha bırakmadan kara sabanı
Yağmur olsam kirpiklerim ıslanır
Saçını okşasam elim paslanır
Dar günümde usul usul seslenir
Almanı da deli gönül Almanı[vii]
Göçün başlangıcından günümüze gelen süreç
içinde oluşan yazın eserlerinde göçmenler sadece birer imge niteliğini
almışlardır. İşte bu imgelerin bazılarını isim isim yazmalıyım. Bu isimler
elbette ki bu insanların tamamı değildir. Bu verdiğim isim listesi ilk etapta
ve sadece benim aklıma gelenlerdir. Buyurun aklıma gelen isimleri okuyalım.
Yani söze İsmail Abi diye seslendiğim bu değerli Ressam ile başlamalıyım.
İsmail Çoban, Kemal Balkan, Fakir Baykurt, Nihat Behram, Bekir Yıldız,
Gürani Doğan, Can Yoksul, Ataol Behramoğlu, Dursun Akçam, Ömer Polat, Aydın
Karahasan, İsrafil Yıldızkan, Yüksel Pazarkaya, Yusuf Polatoğlu, Yücel Feyzioğlu, Engin Erkiner,
Fethi Savaşçı, Ali Özenç Çağlar, Abidin Dino, Kazım Birlik, Orhan Bahçıvan gibi isimleri
yazabilirim. Bu yazım işleminde ismini sayamadığım daha niceleri bu göçmenlerin
arasında yaşamlarını sürdürüyorlar.
Bu değerli yazın emekçileri, çağımızın en büyük göçü olarak bilinen
böylesi bir göçmenliğin tanığı olarak, olayları sıcağı sıcağına yaşayarak,
tarihin önünde gelişen kültür değişimine tanıklık ediyorlar. Bu değişim ve
gelişim sürecini kendileri de yaşıyorlar. Yaşadıkları her olayı yazıya aktarıyorlar.
Bu yazıların her biri tarihi bir belge niteliğindedir.
Sadece yazarlar mı var bu göçmenlerin içinde, elbette ki hayır, emek
göçü içinde beyin göçünü de barındırıyor. Birkaç meslek adı vermeliyim. Şimdi
bu göçmenlerin içinde var olan onlarca sanatçı, Besteci, oyuncu, ressam,
doktor, hemşire, bilim adamı, öğretmen, tüccar, iş veren, mimar ve daha
niceleri vardır.
Bu göçüp gelen sanatçıların her biri bulunduğu sahada kendi konumlarına
göre küçük küçük okullar açarak öğrenciler yetiştirmeleri de bilinen bir
gerçektir. Almanya dahil tüm Avrupa ülkelerinde var olan müzik koroları veya
orkestraları yazarsam sayıları kaçı bulur siz tahmin ediniz. Şöyle bir yöntem
izlense olay kendiliğinden ortaya çıkar. Avrupa şehirlerinde ne kadar bağlama
yapım atölyeleri vardır ve ne kadar bağlama öğreten okullar vardır. Kısacası bu
işin yazılması gerekiyor. Bir kişinin oturup bu konuyu yazması yerine her kişi
sorumlu olduğu yöreyi yazarsa sonuç daha bir netliğe ulaşır demeliyim.
Göçün altmışlı yıllarını geride bırakırken, birinci kuşak denilen göçmenleri
uçağın kuyruğundan sılaya uğurlamanın son dönemini yaşıyoruz. Yani birinci kuşak
bitti bitiyor. Sıra ikinci kuşağa geldi demeliyim. Onları da alışılmış bir törenle
uçağın kuyruğundan uğurlamaya devam edeceğiz. Evet sonra kalıcılık denilen
vatana sahiplenme olayı gündeme geldi demeliyim.
Bu sahada yaşamın her yönüne parmak basarak, damla damla yazın
dünyasına aktarıyoruz. Bu aktarmanın en kalıcı adı bana göre, göç ve göçmenlik
olayıdır. Şimdi yazdığımız şiirler, türküler, romanlar, hikayeler çoğalarak
geliyor. Birinci kuşak bitti bitiyor. Sıra ikinci kuşak denilen göçmenlerde.
Şimdi, sözlerimin bu deminde yerli ozanımız olan Kerem Dede sesinden
bir koşma yazalım. Gurbeti o bizden iyi bilir. Kerem konuştu mu ben susarım.
Saygıdandır.
****
Erzurum Dağları (Kerem Laviki)
Ardahan Çeşitlemesi
Erzurum dağları kar ile boran
Sarmış ciğerimi derd ile verem
Mevla’m nasip eyle sılamı görem
Gelme ecel gelme üç gün ara ver
Al benim selamı götür yâre ver
Dört yanımı gurbet sarmış tel inen
Hasta hasta bayram yaptım elinen
Bir haber gönderdim yara yel inen
Gelme ecel gelme üç gün ara ver
Al benim selamı götür yâre ver
Erzurum dağları yeşil aldadır
Kulağım sestedir gözüm yoldadır
Aslı hain yardır gönül aldadır
Gelme ecel gelme üç gün ara ver
Al benim selamı götür yâre ver
Söyleme yadlara derdin bilmesin
Kahpe felek bu nedene gülmesin
Kerem
Dede gurbet elde ölmesin
Gelme ecel gelme üç gün ara ver
Al benim selamı götür yâre ver
Şimdi bugünlerde yılların belgelerini tanımlamak, geleceğe miras olsun
diye bırakmak gereğini duyduk. Bu duygu bizleri arşivleme yöntemini başlattı.
Belgeleri arşivlemeye başladık. İlk çekilen fotoğraf, ilk alınan pasaport, ilk
gelen insanın bavulu, elbisesi giydiği işçi tulumu gibi ilk olan ne varsa
'ilk'ler bölümüne konuldu. Daha sonra ilk tutulan ev, ilk gelen aile, ilk
Alman'la yapılan evlilik gibi tüm belgeler arşivleniyor. Dahası; ilk yazılan
şiir ilk söylenen türkü, ilk yazılan roman, hikaye, makale, ilk yayınlanan
gazete, ilk çıkan dergi, ilk kurulan radyo ne varsa göçün ve göçmenliğin tanığı
olarak belgeliyoruz, belgelemeye de devam edeceğiz.
Bu bizim tarihsel olarak en büyük görevimiz olduğunu biliyorum. Bu
bizim gelecek kuşaklara vereceğimiz en güzel armağandır.
Buyur benim göçmenlik sürecimin başladığı ilk yılların getirisi olarak
yazdığım şiirlerden birisi. Bu şiir »Şiiristan
Merhaba, Memleket Yayınları, 1989« kitabımda yer alıyor. Yabancılaşma isimli
şiirimi birlikte buradan okuyalım. Evet bu şiirim sözünü ettiğim ilklerden
biridir.
****
Yabancılaşma
Dışarıda duyuluyor yabancılaşma
Harcadığım her emek bana düşman görünür
Ve benim kendimle olan ilişkim
Nesnel bir aracıyla sana bağlanır
Songüz yaprakları azar azar öldürür
Ve görünür ayazlı kış günleri usulca
Üretim araçları şaşırtıcı değildir
Duygusal olmayacak biçimsel değişmeler
Mavi cam plastik iki gözüm İstanbul
Gereksinim duyuyorum doğal kültüre
Her gün hayal kurmak midemi bulandırıyor
Makineler arasında romantikleşme
Kol gücüyle kayaları yıksam da ne olur
Yine sonbahar geliyor yine kış
Yine camlar buz tutacak
Üşümek bana mahsus
Yalnızlık yanı başımda
Dışarıda duyuluyor yabancılaşma[viii]
Bu yazımın küçük bir bölümünü göçlerin kırkıncı yılı nedeniyle 2001
yılında kaleme almıştım. Şimdi ben bu göç ve göçmenlik yazımı biraz daha
genişleterek yeniden yayınlıyorum. Taktir okuyucu dostlarımındır. Göçmenliğin
bu deminde bizler altmışlı yılları geride bırakırken, yarım asır gibi biz zamanı
geçtiğimizin farkındayız. Bu sürecin farkında olmayanlar da vardır. Bu göçmen denilen biz insanları para makinesi olarak görenler de vardır. Biz onları da belgeledik.
Tarih bizim tanığımızdır. Biz de tarihin tanığı. Atlarımızdan inip, şiltelerimizi
yere koymak istiyoruz. Çıplak ayaklarımızı toprağın üstüne basarak yürümek
istiyoruz. Bir gün gelecek ki, biz kendi gücümüzle bunu da başaracağız.
Son söz olarak yine benim ilk yayınladığım şiir kitabım olan » Şiiristan Merhaba, Memleket Yayınları,
1989« yer alan Beyaz Ordu şiirim ile, yine ikinci şiir kitabım olan
Acılar Da Üşür / Dönüşüm Yayınları 38 / Şiir Dizisi: 5 / Birinci Basım: Mart
2002 yılında yayınlanan kitabımda bulunan Göçmenlik Anatomisi başlıklı şiirimi
okuyarak bu yazıyı bitirelim.
****
Beyaz Ordu
»İş gücü istendi ama insanlar
geldi«
Max Frisch
Yaradılış itibariyle dağlar
Her sabah gerinir güneşe karşı
Tiyeklerin damarları sızlasın
Eriyen yüreğimdir
Sevinç dalgasıyla çalkalanıyor sokaklar
Söylemedim demiyorum sorulduğu zamanlar
Göğsüme dökülen saçlarınla
Çözülürdü yokluğun deryalar gibi
Çözülürdü anlasana
Bir sigara uzat elin değmişken
Yolculuk uzundur gel helalleşek
Gidip de gelmemek var, usum parçalanıyor
Duygular yalınkılıç, şafaklara çiğ düşmüş
2
Mor menekşe gölgesinde
Ölü ruhlu kızların o solgun bedenleri
Kulağımın üstünde bir kırmızı karanfil
Yürüdüm, dağların ardına düştüm
Neden sonra »bağcı baba bağ bilemez«[ix] dediler
Ölü yatırımlar dalgalanıyor sokaklarda
Camları tırmalayan o sevdanın anlamı ne?
Hayalci yaklaşımla, yıkılıyor umut dünyamız
Yağmurların serpilip gürlediği zamanlar
Bırakın, gölgemi alıp buradan gideyim
Kendimden korkuyorum, beyaz ordu çoğalıyor
Ve benim olmayan yamaçlar üstünde
Çarık yıpratmak istiyor, »Demir Ökçe«[x] hesabına
3
Üstümüzden gelip geçen turnalar
Bizim ele uğrar mı ki yolunuz
Küçük Asya’ya umutlarım, yeşil dalın yaprağı
Çözemedim kendimi törpülenmiş demirlerin üstüne
Alınterim lal-ı mercan
Özlemleri buruk buruk gözlerimi sarıyor
İnsanlar savruldu vatan hücrelerinden
Döküldü yadellere bir maşrapa su gibi
Gözleri umut dolu, saç sakal apak
Tarla, traktör, dükkan, üç beş ev
Böyle sorgusuz
Böyle tezayak nereye dilber gözlüm?
Nereye söylesene?
Haram suyun ötesinde namus belası
Mavi donlu nergislerin yaprağında güzellik
Anaçbend’in eteğine yaslanmış da yatıyor
»A benim canım«[xi] böyle bağbanlık olmaz
Güle düşman, bülbüle düşman geceler
4
Efsunlanmış, tılsımlı kızların
Gözlerine sevda kırıntıları dökülsün
Çobanaldatanlar peydahlandı
Ey kırların sahibesi halkı uyandır
Şakağıma çarpıyor damarların vuruşu
Essen şehri, bulutların ortasına gömülmüş
Akşamları türkülerin acısıyla mayalı
Sevdamıza gurbetin bedbahtlığı karışmış
Giderayak yaşlanıyor hasatsız tarla gibi
Sen
Yaşamı betimleyen tanrıça yüzlü kadın
Ömrüm bir ağıttır
Süzülür sevgilerin gül damlası öbeğine
Gurbet, kar gibi dökülürken saçlarıma
5
İşçilerin dünyasına takılıyor gözlerim
Bulutlu bir gecenin ortasından geçerken
Orkinosun sesiyle kıyıları dövüyor deniz
Ve ben yine şiirlere sığınıyorum
»Şafak Türküsü«[xii] gelir ellerime tutunur
Halayda sallanan mendiller gibi açık
Bir umut dolanır yürek babına
Büyür ellerimle beslediğim karanfil
»Yıkıl dağlar yıkıl sılam görünsün«[xiii]
Umutların çiçek yüzlü olanları yetişti
Toprağı özlemle mayalanmış asi
Şimdi,
Tanrıçanın göğsünden emzirilsin militan
Üç saatlik gurbetin beyaz ordularına karşı
6
Beni alıp türkülerin içine koyun
Manilerle besleyin, ninnilerle büyütün
Yoksul bir yaşamın ortasına giderken
Ellerimde iş görmenin hüneri
Gözlerimde umudun
Neye yarar
El kapısı ekmek kapısı olduktan sonra
Beni böyle el-pençe divan kılan
Gelecek günlere olan umudum
Güzel günlere olan inancım
Artık
Umut karın doyurmuyor bilesin
Morötesi bir yaşamın içinden geçiyorum
Özlediğim yaprakların rengidir
»Arzuhalim biline«
7
Bir halay havasıdır
Bağlamanın tellerine yaslanır
Akşamüstü
Sulusepken kar yağıyor dağlara
Salın beni, salın beni gideyim
Türkülerin dem vurduğu yaylaların üstüne
Beyaz ordu neferleri kapıları çalmadan
Beyaz ordu neferleri beni hedef almadan
****
Göçmenlik Anatomisi
-Bu şiirin her
sözünde
Damıtılmış bir özlemin izi
var
Milenyum yılındayım
Daracık bir sokakta yürüyorum
Tarih kokan pencere önlerinde
Begonyaların kokusu
Sevgiyi sunuyor ozana
Yaprağında ter damlayan çiçeğin
Yaşama dönüşünü görüyorum
Usulca
Şimdi ben,
Gözlerimle geziyorum
Yıldızlar bahçesini
Ki, bu bahçe
Kimliksiz yıldızlarla dolu
Göçmenleşen onurumun öfkesini
Dizelerin içine sindiriyorum
Öylece yürüyorum
Miladı değil milenyum yılında
Vatansızlar
ordusuna katıldım
Kimliğim
kişiliğim belirsizleşti
Göçmen
denen kuşlarla yoldaşım
Susturulmuş,
Bir
bebek gibi şuralardayım
Elimde
oyuncaklar dilimde türküler
Ninni
deyip duruyorum
Pencerenin
pervazıyla
Uçuşuyor
mavilerin üstüne
Güneş
fenerini beri döndürmüş
Bir
rüzgar olsun şimdi
İçi
dışı yağmurla dolu
Yıkasın
yeryüzünü
Yıkasın
gönlümüzü
Yıkasın
gitsin
Yalansız yazabilmek için şiirlerimi
Dizeleri beynimle damıtıyorum
Ekmek parasını
Alın teriyle kazanabilmek için
Makinelerle boğuşuyorum
Uygarlığa barbarlaşmak yakışmıyor
Hele oburlaşmak, hiç
Tüm duygularımı yargılıyorum
Tüm dünyamı,
Bir dizeyle sorguluyorum
Sonra dayanıyorum çetin yaşama
Gönül
Zamanın tam ortasında
Yağmuru düşlüyorum yağmuru
Ha desem belki yağacak
Rüzgar yüzüme çarpıyor
Yorgunum
Gün sekiz saat emeğimi satmışım
Karnımız doysun diye
Şimdi ben vatansızlığın
Yorgun alışkanlığı içindeyim
Şimdi ben sahipsizliğin
Dem vurduğu yaylalarda şenleniyorum
Göçebelik
Bir yazgıymış diyorlar inanmıyorum
Bir milenyum hediyesi olarak
Çocuklara miras kalsın diyorum
Şimdi ben çimen yüzlü duyguların
Arta kalan yüzünde
Kendimi arıyorum
Gurbet kuşu olarak
Yirmi yıldır gurbetteyim
Yirmi yıldır sürgün
Sığınırım şiirlere
Sığınırım kitaplara özlemle
Kimse beni anlamaz
Uykularım bölük pörçük
Yurtsuz gelen her sabaha günaydın
Bir memleket türküsüyle
İçkiyi çoktan bıraktım
Sigaraya devam
Kaygılanıyorum
Paramparça dünyaların emekçisiyim
Alın teri gül çınarı
Sattıkça yaşıyorum
Ötesi benim için
Deniz üstü kaydırak
Kaydıkça yaşıyorum
Yol kapalı yolcu yorgun
Vatan bana el olmuş
Dönemiyorum[xiv]
****
[i] Bu bilgiler Cahit Öztelli/Yunus Emre Kitabı/Özgür
yayın Dağıtım/ Ankara Cad. 31/2 Cağaloğlu üçüncü basım 1986.
[ii] Bu bilgiler Cahit Öztelli/Yunus Emre Kitabı/Özgür
yayın Dağıtım/ Ankara Cad. 31/2 Cağaloğlu üçüncü basım 1986.
[iii] Mevlana Celleddn- Rûm; 30 Eylül 1207, Belh - 17 Aralık
1273, Konya), şair düşünce adamı ve mutasavvıf. Horasan'ın Belh bölgesinde,
bugün Tacikistan sınırları içinde kalan Vahş kasabasında doğmuştur. Annesi,
Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun; babaannesi, Harezmşahlar hanedanından
Fars Prensesi, Melke-i Cihan Emetullah Sultan'dır.
[iv] Mevlana Celaleddin-i Rumi: »30 Eylül 1207, Belh- 17
Aralık 1273, Konya«...
[v] Türk Dili Dergisi, sayı 24 Mayıs Haziran 1991 Şahap
Sıtkı »Şiir Üstüne« adlı yazısında Nâzım Hikmet…
[vi] Acılar Da Üşür/Dönüşüm
Yayınları 38/Şiir Dizisi: 5/Birinci Basım: Mart 2002.
[vii] Şiir: Yağmur Atsız/ Zülfi Livaneli…
[viii] Şiiristan
Merhaba, Memleket Yayınları, 1989…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder