Samed Behrengi’nin Yaşamı ve Kitapları Üzerine!
Yazın
Dünyasında Çocuk, Çocuk Dünyasında Yazın.
Samed Behrengi’ye
Selam
Çocuk yazını ülkemizde ne zaman ve nasıl
başladığını araştırmadım. Böyle bir araştırmanın gereğini bile duymadım. Bu araştırma
benim bu yazımın kapsamı dışındadır. Benim yazı sadece günümüzün çocuk yazınını
ve günümüzün en güzel masal babası sayılan, bazı çocukların da »Behrengi Amca« dedikleri insanın yaşamını
ve yapıtlarını kapsıyor.
Öncelikle çocuk yazınına değinmek
istiyorum. Çocuk yazınına değinirken, dolayısıyla tüm kapılar çocukların »Behrengi Amcasına« açılırken, Sayın Behrengi
amcayı görmeden ve onun yapıtlarına değinmeden geçmek istemiyorum.
Çocuk yazını, normal yazın dünyasından ayrı
tutulması kanımca pek doğru bir yöntem değildir. Çocuklar için, yazılan eserlerin
içeriğine bakıldığı zaman bu görüntü kendini gösteriyor.
Yazın dünyası, özelde bir üst yapı
kurumudur. Üst yapı kurumu sanatsal bir olaydır. Okul çocukları, bu sanatsal
kurumun içinde yer alırlar mı almazlar mı bunu tespit etmek çocuk yazınını üreten
insanların görevidir.
Behrengi üzerine yazılar yazarken,
Behrengi’nin yazdığı kitapların elimde olanlarını sırayla okudum. »Pancarcı Çocuk«
öykü masalı beni oldukça sarstı.
Behrengi’nin kitaplarından başka, bazı çeviri
ya da Türk yazarlarından kitaplarda okudum. Özgün bir yapıt bulmak sadece
Behrengi’yi bulmakla mümkün. Onun için bu yazıyı hazırladım.
Behrengi dışında kalan yazarlar, çocuk
kitabı yazıyorum diye kendi çocukluk anılarını yazmış. Bu yazı türüne anı
diyorlar. Bu adı ben koymadım yazın tarihçileri öyle diyor.
Çocuğun eğitimi ana karnında başlar. Öğrenim
süresi ise doğumla başlayıp ölümüne kadar sürer. Çocuğa ilk bilgiler, anadan
gelir. Anadili çocuğun ilk öğrenmesi gereken bir dildir. Ananın en büyük görevi,
çocukla dil alanında bütünleşmesidir. Anadili belleyen çocuk, ilk sözcükleri
ninnilerin sesiyle duyar ve algılar. Daha sonra dil gelişim süreci başlar. Sınav
niteliğini taşıyan tekerlemeler, maniler, türküler çocuğun anadil yapısını
besleyen öğelerdir.
Annelerin çocuğuna söylediği türkülerden söz
ederken, piyasada yapısal olarak hiçbir dil kurallarına uymayan türkülerden söz
etmiyorum. Annelerin söylediği türkü ve ninnilerden söz ediyorum.
Benim sözünü ettiğim öğeler sağlam söz
dizimine sahip öğelerdir. Çünkü bu dizelerin içinde ana sevgisi vardır. Analar,
doğurmakla yükümlü oldukları kadar, yoğurmakla da yükümlüdürler. Bilinçli bir
ananın yoğurduğu hamur iyi bir ekmek, iyi pişmiş bir ekmek iyi bir ürün
demektir.
Bana göre, çocuğa yatırım yapılmadan önce
anadile yatırım yapılmalıdır. Anadil derken, ulusal düzeyde bir anadilden söz
ediyorum. Yerel konumdan kurtulmamış bir anadil verimli olamaz.
Söylemek istediğim şey belki de benim özlediğim
ve olmasını istediğim şeylerdir. Birçok öğretmenin ve hatta yerel dizilerde
oynayan sanatçıların konuşmaları ulusal boyutların çok gerisindedir.
Söz buraya gelmişken bir fıkra anlatalım.
Fıkra:
»Trabzonlu öğretmenin Erzurum’a tayını çıkar.
Göreve başladığı okulda Türkçe dersi vermektedir. Konu fiil çekimine gelince, örneklerle
bunu anlatmaya başlar. Örnek olarak da (gelmek) fiilinin geniş zamanını sorar.
Erzurumlu bir öğrenci bu soruya yanıt verir.
Celirem / celisen / celir
Celirih / celirsiz / celirler
Bunun üzerine Trabzonlu öğretmen
sinirlenir ve öğrencisine yanlış söylediğini açıklar. Sonra da öğrenciye
kendisi doğru çekimi söyler.
Doğrusu buymuş:
Celiyirum / celiyirsun / celiyi
Celiyiruz / celiyirsunuz / celiyirler
O günden sonra Erzurumlu öğrenciler gelmek
fiilinin geniş zaman içinde ki çekimini çok doğru bir şekilde öğrenmiş oluyorlar.
Tebrikler diyelim.
Bir anadil öğretmeninin yerel dil havasından
kurtulamadığını görüyorum. Gerçi bizim çocukluk yıllarımızda da aynı sorunlar
yaşanmadı değil. Bizim yaşadıklarımız daha da ilginç ve daha da karmaşıktı.
Görün bakalım madalyonun bu yüzü böyle de öte
yüzü nasıl. Bir de madalyonun öte yüzüne bakalım. Türkücü gönül sözcüğünü
goonul diye söylüyor. Bir başka türkücü beni sözcüğünü banuu diye söylüyor. Bir
başka türkücü size sözcüğünü siye diye söylüyor, sonra da eğitim şurası kalkıp,
anadil konusunda bildiriler yayınlıyor. Bu görülen farklılıkları göz önünde bulundurmadığı
için, tabi ki, bildiriyi hiçbir kişi anlamıyor.
Bazı yazarlar bu yerel dil havasını yazın
dünyasına aktarmışlar. Sonra da yazdığı kitapların arkasına sözlük eklemek zorunda
kalmışlar.
Günümüz yerli dizilerinden söz etmiştim. Sözü
edilen bu yerli dizileri izlerken yanımızda yerel çevirmen bulundurmak zorunda
kalıyoruz. Çevirmen ise bulunmaz Hint kumaşı. Ara ki bulasın. Benim bu
insanlardan bir isteğim vardır. Bu tür yerli dizilerde, bu tür konuşmalar mutlaka
geçmesi gerekiyorsa, lütfen ekran kenarında bu konuşmaların Türkçesini de
versinler. Benim gibi anlamaktan zorluk çekenlere iyilik yapmış olurlar.
Yani demek istiyorum ki, her insan kendi yöresinin
dilini konuşsun, konuşsun ama ulusal kavramda bir dil olmalı. Ulusal boyutta söz
edenler de ulusal bir dil konuşsunlar.
Bu yazının içinde birçok bilim adamının
dil üzerine söylediklerini vermek istedim sora da vazgeçtim. Çünkü bu yazıyı
okuyanlar herhalde dedim. O ünlü sözleri anımsarlar.
Çocuk kavramı kendi içinde işlenirken,
ulusal dil kavramı da göz ardı edilmemeli. Ya da bölgesel kitaplar hazırlanarak
bölgesel eğitim verilmelidir.
Çocuk bir toplumun geleceğidir. Bu gelecek
hangi kültürle beslenirse, geleceğe o kültür yansır. Bölgesel kültürle beslenen
çocuk geleceğe bölgesel kültürü yansıtır. Ulusal kültürle beslenen çocuk geleceğe
ulusal kültürü yansıtır.
Türküler, ninniler, ağıtlar, tekerlemeler
de farklı yerel ezgi olabilir. Ama bu ezgiler ulusal boyuta taşınırken, dil ve
anlatım farkı olmamalıdır. Doğrusu da budur.
Çocuk bir toplumun geleceğidir demiştim.
Bu sözü her insan böyle söylüyor. Söylem olarak çok doğrudur. Sistem olarak
farklı eğitim görenler, farklı gelecek demektir.
Türk aydını Avrupa eğitimi gördüğü sürece
Anadolu insanına yabancı olmak zorundadır. Anadolu insanı da yerel eğitim boyutları
içine sıkıştırıldığı sürece ulusal konuma yabancı olmak zorundadır. Bu çelişki,
Tanzimat Fermanı denilen olaydan bu yana sürüp gidiyor.
Gelişmiş ülkeler çocuktan önce anaya ve
ana dile yatırım yapıyorlar. Çünkü gelişmiş ülkelerin bildiği ve anladığı bir şey
vardır, o da iyi eğitilmiş bir anne, iyi eğitilmiş bir çocuk demektir. İyi eğitilmiş
bir çocuk da iyi bir gelecek demektir.
Çocuk yazınında ana sürekli ön plana
konulmalıdır. Sevginin odak noktası anadır. Annenin karşıtı baba ise, kural ve
kaideleri benimseyen ve benimseten otoriter güç konumunda görülmelidir.
Çocuk yazını içinde, yasal kurallar sık sık
vurgulanmalıdır. Suç ve ceza yöntemi öyküsel biçimde sunulmalıdır. İdeolojik
bilgiler yerel boyutlar içinde değil, ulusal boyutlar içinde evrensel görünüm
formatıyla verilmelidir.
Çocuk için yazılan bir öyküde, bir hırsızlık
olayı işleniyorsa Polis, mahkeme, avukat suç ve ceza yöntemi mutlaka olmalıdır.
Yasalar ise, bir polisin eliyle değil, evrensel ölçüde hukukun üstünlüğü öne çekilerek, mutlaka verilmelidir. En azından bu görüntüyle işlenmelidir. Çocuk, hukuk
bilincini küçük yaşta bellek odağında bulmalı. Hamurabi kanunlarından bu yana,
tüm toplumlarda suç ve ceza yöntemi aynıdır.
Benim okuduğum çocuk kitaplarında suç ve
ceza yöntemi görülmüyor. Okuduğum kitaplarda »aç kaldım ekmek çaldım«, »bağa
girdim elma çaldım«. »Müthiş açtım, o yıllar savaş yıllarıydı sürekli evden
ekmek çaldım«, bir başka masalda şu sözler var. »Anamdan anahtarı çalardım,
sandıktan üzüm, incir, kaysı ne bulsam ona koşardım. Elimden yerdi, nereye gitsem
beni izlerdi«. Gibi cümleler niçin ısrarla verilmiş bunu bir türlü anlayamadım.
Bu sözdizimleriyle, çocuğun önüne hırsızlık olayını bir hüner olarak mı sunuyorlar?
Yoksa bu sözleri söyleyen anı sahipleri, çocukken ne denli yavuz hırsız olduklarını
mı söylemek istiyorlar. Ya da yazar olmak için önce evden ekmek çalmak mı
gerekiyor.
Çünkü bir gün yazar olursa anılarını
yazarsa elinde bol malzeme hazır olsun diye mi? Ya da bu yazar ağabeyler çocukken
nedenli yavuz hırsız olduklarını ispat etmek mi istiyorlar. Bilemedim.
Günümüzde, çocuğun canı baklava çekince ya
da aç kalınca, yiyecek almaya parası da yoksa bu çocuk baklavacıdan baklava ya
da fırında ekmek çalınca, çocuğun bir anda dünyası kararıyor. Sorgulama yöntemini
bilen çocuk, şunu sormaz mı?
Falan yazar çocukluğunda ekmek çalmıştı,
ancak hiçbir ceza görmedi. Üstelik anılarına da yazdı kendisine ödül verildi.
Neden ben cezalandırılıyorum. Açlık karşısında her insan aynı duyguyu yaşar. Biri
bağışlanırken öteki neden ceza görüyor?
Dahası, »Bir şeftali bin şeftali« öyküsünde
şeftali çalan çocuklar niçin ceza görmediler? »Kel Güvercinci« masalında varsıl
insanları tırtıklayan Keloğlan niçin ceza görmedi?
Buna benzer binlerce soru sormak olasıdır.
Ben bu soru diziminin yanıtını ve bu olayı kitaplarına alan yazarların yanıtlamasını
isteyerek, konuya dönmek istiyorum.
Çocuk yazını içinde işlenen konular ise, cımbızla
seçilmiş sanıyorsun. Sarhoş babalar, köprü altı çocukları, görgüsüz analar, bozuk
bozuk konuşmalar her zaman çocukların dünyasını süsleyip duruyor. Ben koca bir
adam, bu kitapları okurken boğuluyorum. Boğulmadan okuyan çocuklara aşkolsun
diyorum.
Bir başka konu, bakın günümüzde temiz
toplum özlemini duyanlar çok özverili olmak zorundadırlar. Bireyler, temiz
olsun istiyorlar. Bireylerin okuduğu kitaplar önce temiz olsun. Görülen köy kılavuz
istemez. Temiz bilgiyle beslenen insanların oluşturduğu toplum da temiz olur.
Ben buna inanıyorum.
Demokrasilerde töreler ya da gelenekler çağcıl
düşüncenin önüne geçmemelidir. Çağcıl düşünce, evrensel boyutları içinde ele alınarak,
çocuğa sunulmalıdır. Çocuk, hak alma yöntemini ilkel bir şekilde değil, çağcıl
bir yöntemle öğrenmelidir.
Çocuk bu çağda, çalarak çırparak vurarak kırarak
hak almasını öğrenirse, büyüyünce de banka koymaz hortumlar. Bu tür yöntemler
ilkel yöntemlerdir. Yasaların olmadığı dönemlerde bile suç sayılan olaylar çocuk
kitaplarında yasal gibi görünüyor.
Bu konulara oldukça fazla değindim. Çünkü
hemen hemen her kitapta böylesi bir olayı görmek mümkündür. Benim bu yazıda söylediklerim
doğru mudur, yanlış mıdır merak edenler açsın seri şekilde çocuklar için yazılmış
çocuk kitaplarını bir okusunlar. Koskoca yazar »Aç kalınca ekmek çaldım«. Diye övüne
övüne yazıyor.
Söz buraya gelmişken bir konuya değinmek
istiyorum. Konu eşkıyalık konusu... Romancılarımız da eşkıyalık konusunu
kendilerine adeta ilke edinmişler. Bir destan kahramanı olan Köroğlu’nu da ısrarla
eşkıya olarak veriyorlar. Üstüne üstlük geçirerek, Köroğlu’nu gece ay ışığı altında
hırsızlığa gönderiyorlar. Bu, hırsızlığa giden Köroğlu’na da Hızır Aleyhisselam
yol gösteriyor. Maşallah, her yerde kendilerine ortak buluyorlar.
Konu öyle büyük bir ortama taşınmış ki,
bazı insanlar daha da ileri giderek, kurdukları paravan şirketlerin Bir ortağının
da Allah olduğunu yazmaktan çekinmiyorlar.
İnsan yaşamı toplumsal bir olaydır.
Bireysel olmamalı. Çocuk, hak alma yöntemini bireysel değil, örgütsel anlamda
kavramalı. Yasalar sürekli ön saflara taşınmalı. Dernek, sendika, parti, meslek
örgütleri ve buna benzer kurumlar yapıtlarda sürekli işlenmelidir.
İnsan yaşamında, alt yapı, üst yapı özel mülkiyet,
sosyal konumlar ilk aşamada çocukları yoran konulardır. Ben, kendi şiirlerimde
emek pazarında ter salan çocukları işliyorum. »Çırak İşçiler« bu amaçla yazılmıştır.
Kadın dünyasında tüm kadınların özgür bir
ortam içinde yaşamalarından yanayım. Kadının eti dâhil, koyun gibi başlık parası
karşılığında alınıp satılması, genelev denilen mekânların var olması çağcıl düşüncenin
ayıbıdır. »Aşkolsun Liseli Kız« şiiri bu amaçla yazılmıştır.
Çocuk çocuktur. Çocuk bilgi devşirme döneminde
aşırı yüklenmeyi kaldıramaz. Uzun ve yorucu yapıtlar çocuk için, bir yüktür.
En kısa yoldan, en yalın anlatımla amaca
ulaşılmalıdır.
Çocuk yazını içinde yalanı yenmek en güzel
olaydır. Çocuk dili anadilidir. Anadilin gelişimi anaların eğitimiyle olur.
Okullarda kız çocuklarına analık eğitimi,
erkek çocuklara da babalık eğitimi verilmelidir diye düşünüyorum.
Samet
Behrengi’nin Yaşamı
Araz akar lil ile
/ Samed benzer kızıl güle,
Her elinde dört
kitap / Dönderir bizim dile.
Samet Behrengi,1938 yılında Tebriz
kentinde yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. İran toprakları içinde
kalan ve İran egemenliği altında yaşayan Azeri Türklerindendir. İran vatandaşı
olduğu için, İranlı sayılıyor. Bütün eserlerini Farsça yazmıştır. Oysa Behrengi’nin
anadili Azeri Türkçesidir. Behrengi anadil üzerine de araştırmalar yapmıştır.
Ama her nedense yazılarını anadili olan Azeri Türkçesiyle yazmamıştır.
Tebriz kentinde doğmuş binlerce yoksul çocuktan
biri olan Behrengi, yoksul bir ailenin çocuğu nasıl ve ne şartlar altında okuyorsa
bu çocukta öyle okumuş. Öğretmen olmuştur. İlkokul öğretmeni olarak aynı bölgede,
yani İran Azerbaycan’ında kırsal kesimde öğretmenlik yapmıştır. On bir yıllık öğretmenlik
döneminde anadil üzerine geniş araştırmalar yapmıştır. Yalnız anadil üzerine
mi, dahası halk öyküleri, Köroğlu Destanları, halk masalları ve daha nice
konular üzerine geniş araştırmalar yaptığını öğreniyorum. Ama elimizde çocuk
kitaplarından başka bir yapıtı yok. Çevrilmemiş.
Samet Behrengi’nin bu güzel araştırmaları yaptığı yıllarda, gerek ilkokul öğretmenliği yaptığı süreçte gerekse ağabeyinin oğlunun ölümü
üzerine, çocuklara olan ilgisi gelişmiş. Bu ilgi sonucu çocuklar için masal,
öykü, deneme ve araştırma kitapları yazmıştır. İyi ki bu kitapları yazmış...
İyi ki yazmış, çünkü Kendi ülkesinden çok
bizim ülkemize ve bizim ülkemizin çocuklarına yararlı olmuş. Yazan Behrengi
okuyan bizim çocuklarımız.
Bu kitapların bir listesi sunulmuştur. Bu
listeyi on sayısıyla sınırlayanlar da vardır. Ancak Bir Samet Behrengi
Külliyatı hazırlanmadığı için kitap sayısı bazen fazla olabiliyor. Bunlar
sırasıyla yazılırsa şöyle yazmamız gerekiyor:
1. Ah
Masalı
2. Beyaz
Diş
3. Bir
Aşk Masalı
4. Bir
Günlük Düş ve Gerçek
5. Bir
Şeftali Bin Şeftali
6. Bir
Vardı Bir Yoktu
7. Bu
Gelen Köroğlu’dur
8. Deli
Dumrul
9. Feleği
Arayan Adam
10. İnatçı
Kediler
11. Kar
Tanesinin Serüveni
12. Kel
Güvercinci »Keloğlan ile Sihirli Külah«
13. Köroğlu
Geliyor
14. Küçük
Kara Balık
15. Pancarcı
Çocuk
16. Püsküllü
Deve
17. Sevgi
Masalı
18. Telhun
Kız
19. Ulduz
»Yıldız« ile Kargalar
20. Ulduz
ile Konuşan Bebek
Küçük Kara Balık (İtalya’da en iyi yabancı çocuk hikâyelerine
verilen »Buluni Altın Ödülü« nü almıştır)
Bu masal »öykü« kitaplarının adın yazdıktan
sonra, tanıtımını bir başka yazıda ele almak üzere, Behrengi’nin yaşamını yazmaya
devam edelim ama elimizde öyle, geniş bir bilgi yok.
Yazın dünyasında yaptığı çalışmalar, özellikle
anadil üzerine yaptığı çalışmaların önem taşıdığı belirtilmekle birlikte ülkemizde
sadece çocuklar için yazdığı masal »öykü« kitaplarıyla tanınıyor,
seviliyor. İsimlerini yukarıya aldığım
bu kitaplar defalarca basılmıştır. Benim gençlik yıllarımda ve hala severek
okuduğum bu kitaplar çocuklar tarafından beğeniyle okunuyor.
Yazdığı yazılarla, yayımladığı kitaplarla
kısa zamanda dikkatleri üzerine çeken Behrengi, az gelişmiş ülkelerde yaşanan
ve az gelişmiş ülke yazarlarının yazgısı haline gelen yaşamın içine hızla
itilmiştir. Önceleri sürgün sonralara aylık gelirinin düşürülmesi, sıkıştırmalar,
soruşturmalar... Derken kovuşturmalar; sofrasına konulan peynir ekmek gibi, biri
gelir biri gider olmuş. Sen »nasibine düşeni« almakla yükümlüsün!
Az gelişmiş bir ülkenin aydınlığı da
azgelişmiştir. Aydınlar da azgelişmiş bir yapı içinde çabalar dururlar. Kendi
aralarında örgütlenme, dayanışma gibi basit sentezler de görülmez. Var olan
kurumlar sadece tarikat sistemi görünümündedir. Kendi döngüsü içinde döner durur.
Behrengi’nin yaşamına bakınca bu saydığım öğeler
açık bir şekilde görülür. Sonuç ortada; 29 yaşında göçüp gitmiş dünyamızdan.
Az gelişmiş ülkelerin egemen güçlerinin
kemikleşmiş bir dürtüsüdür, kangren olmuş bir yarasıdır: Kitaba ve kitabın
yazarına; düşünceye ve düşüncenin üretildiği beyne saldırı! Kitap ve düşünce az
gelişmiş ülkelerin egemen güçlerinin hep korkulu rüyası olmuştur. Bu yüzden
kitap yakmak, kitabın yazarını ortadan kaldırmak, o egemen güçlerin tutkusu
olmuştur. O egemen güçler aydınları susturarak gerçekleri örtbas etmek ve
vurgun düzenini korumak isterler. Bu çekişme yüzyıllardır sürer gider. Daha kaç
yıl süreceği bilinmiyor. Bilinen bir doğru var ki; egemen güçlerin çabası başarılı
olsaydı, insanlık köleci toplumdan uzay çağına bir adım dahi atamazdı.
Nitekim Behrengi de egemen güçlerin saldırılarından
nasibine düşeni almıştır. Sonuç olarak, hiç beklenmedik bir anda, Aras Çayı’nda
ölü olarak bulunmuştur. Gün bu gündür nedeni
»bilinmiyor«. Kimileri İran yönetimini
suçlarken, kimileri de suskun kalmayı yeğlemiştir »bana dokunmayan yılan bin yaşasın« dercesine...
Behrengi’nin yaşamı üstüne detaylı bir
bilgi yok demiştik. Sanki yüz yıllar önce yaşamış. Sanki hiçbir şey olmamış gibi,
bu konuda söz söylenmiyor.
Samet Behrengi’nin adı bile doğru
bilinmiyor. Kimileri Semet, kimileri Samat, kimileri de benim gibi Samet olarak
yazıyorlar. İsminin son harfi »d« ile mi yoksa »t« ile mi bitiyor; bu bile
belli değil... Ben bildiğim gibi yazdım. »SAMET BEHRENGİ«. Siz de bildiğiniz
gibi yazın. Yazıldığı gibi bilinsin.
Bu değerli insandan sadece geriye kalan
eserleridir. Eserlerini saygıyla, sevgiyle okuyoruz. Ama her okuduğumda ona karşı
sevgim daha da artıyor.
Şimdi Tebriz kentinde bulunan mezar taşında
»31 Ağustos 1968« yazıyor. Saygıyla anıyoruz.
Çocukların
Yüreğinde Esen Rüzgâr Samet Behrengi
Araz üste buz
üste, / Yürek yanar köz üste
Semed'i öldürdüler
/ Söylediği söz üste
Tebriz kenti, bana öteden beri Âşık Garip
adını çağrıştırırdı. Behrengi adını duyduktan sonra Âşık Garip ikinci plana düştü,
Ne diyordu Âşık Garip: »İşte geldim gidiyorum / Şen olasın Halep şehri« Bu sözleri
Samet Behrengi’ye uyarlarsak, sanırım yanlış olmaz. O zaman şöyle demek gerekiyor:
»İşte geldim gidiyorum / Şen olasın Tebriz şehri«... Demekle yetinelim.
Nedense son yıllarda daktilomun tuşları
hep ağıt yazmaya alıştı. Oysa ben bu yazımda kitap tanıtımı için yazı yazmayı
amaçlıyordum. Samet Behrengi’yi okurken hüznün ortasında yelken açmış bir
denizci gibi, habire küreklere asılıyorum. Deniz tutmuş beni, içim dışıma çıkıyor.
Bunalıyorum. Aras Çayı’nı düşünüyorum.
»Aras Çayı cennet bağını sulayan ırmaklardan
birisidir« derler. Cennet ırmağı olan ve
cennetten geldiğine inanılan bu ırmak böylesine acımasız olur mu? Dünyalar yahşisi
sayılan bir aydını böylesine kıyıcı bir şekilde alıp gider mi? Yöre insanının
inancına göre Aras Çayı tüm dertlerin dermanıdır. Örnek olarak yazıyorum, bir yöre
türküsüne kulak verelim: »Aras Aras can Aras / Derdime derman Aras / Yardan
bana bir haber / Ben sana kurban Aras«
Ya da Behrengi adına yakılan ağıdın
sözlerini aktaralım:
Semed Behrengi Ağıdı
Aras-Aras Han Aras
Sultan Aras Han Aras
Meni görüp yanasın
En derdini kan Aras
Aras senden kim geçti
Kim gark oldu kim geçti
Felek gel sabit eyle
Hangi günüm hoş geçti
Haraylar ay haraylar
Her yıldızlar her aylar
Deryada bir gül bitip
Susuzundan haraylar
Salavan'ı buz bağlar
Deresi yarpız bağlar
Gün olar zeman geçer
Aşık size söz bağlar
Samed gelir güle güle
Döşünde bak kızıl güle
Her elinde dört kitap
Dönderdi bizim dile
Böyle yüzlerce türkü bulmak mümkündür.
Bizim tanıdığımız Aras Çayı asla çevresine zarar vermez. Köroğlu’na üç sihirli
köpüğü getirirken; Köroğlu’nu yiğitlik, ozanlık, ölümsüzlük gibi üç büyük bağışıklık
içinde yoğururken Aras Çayı’nın amacı neydi? Bunun yanıtını ben yazayım.
Zalimlere ve zulmedenlere karşı direnişi örgütlemek
değil miydi? Köroğlu Destanı direnişin destanı olmadı mı?
Geçelim bir başka söze... Derler ki. »yörenin
bütün ırmakları Aras’tan geçer«... Yine derler ki,»Sabah namazında Aras Çayı’nda
su içen her insana Aras Çayı yüz kırk yıllık ömür bağışlarmış«... Ey, suyuna
kurban olduğum Aras, Samet Behrengi’nin günahı neydi?
Kafkas halkına çok uzun ömürler bağışlayan
Aras, Behrengi’yi 29 yaşında aldın götürdün. Ama biz buna inanmadık, inanmıyoruz...
Evet, böylesi bir girişten sonra sıra
geldi Samet Behrengi’nin kitaplarını tanıtmaya... Elimde çocuklar için yazdığı
kitaplar var. İki eksiğiyle: »Püsküllü Deve« ve »Ulduz ile konuşan Bebek«.
Bunların dışında elde olmayan çalışmalarını sayarsak: »Köroğlu Destanı Üzerine Çalışmalar«,
»Halk Masalları«, »Halk Öyküleri«. Bunları bulmak olası değilmiş. Ben bulduğum
ve okuduğum kitapları üzerine düşüncelerimi yazmak istiyorum. Ben Samet
Behrengi’yi eleştirmek istemiyorum. Behrengi’nin yazılarına katılıp katılmadığımı
yazıyorum.
Ben bir ozanım. Ozanlık, Aras Çayı’nın Köroğlu’ndan
bu yana biz ozanlara sunduğu bir bahşiştir. Bahşişi sahiplerine bırakalım. Biz
varalım masal diyarına... Açalım kara kaplı kitabı görelim ne demiş masal babası?
Masal babası dediysem bir bildiğim var
mutlaka. O halde bildiğimi yazarak masal babayı tanıtalım.
O topraklar Dede Korkut’a, Köroğlu’na,
Deli Dumrul’a, Batu Han’a, Bağdat Hatun’a, beşiklik etmiştir. Sonra bin bir
gece masallarını üreten Şehrezad’ın yaşam diyarıdır...
Masal derken ben, masaldan ne anlıyorum:
Masalın içinde neler olmalıdır? Önce onları yazalım...
Masalın içinde zulmün ve zalimin simgesi
olan »devler« olmalıdır. Devlerin ülkesi »Arzulum« diyarı olmalıdır. Dahası »Kaf
Dağı« olmalıdır. Masal »Bir varmış, bir yokmuşla« başlamalı, »gökten üç elma düştü« diye
bitmelidir...
Günümüz masalları, anılardan öteye
gitmiyor. Çocuklar halk masallarıyla, kitap masallarını şimdiden ayırmışlar. »Halk
Masalı« , »Kitap Masalı« diye...
Samet Behrengi aslında masal yazarı değil.
Öyküyle masal arası bir yol (sentez) izleyen anlatıcıdır. Halk masallarını çağdaş
bir yorumla ama kısaltarak günümüze aktaran önemli bir yazardır. »Çağımızın
Dede Korkut’u« diye adlandırsam sanırım yanlış olmaz.
Gelelim Samet Behrengi’nin yazdığı
eserlere. Sözün bir yerinde de söylemiştim. Hepsini değil, elimde olanları tanıtmaya
çalışacağım. Okumayı seven çocuklara seslenmek için, diyorum ki; Samet Behrengi’yi
okuyun çocuklar. Samet Behrengi’nin kahramanlarıyla sizde arkadaş olun. Onlarla
gülün, onlarla ağlayın, onlarla oynayın.
Bir Şeftali Bin Şeftali:
Bu yapıt 70’li yıllarda Ankara Sanat
Tiyatrosu (AST) tarafından sahneye konmuştu. Bir hafta sonra gidip oyunu
izledim. AST oyuncuları gerçekten çok başarılı bir oyun sergilemişlerdi. Oyun
bitince çıkışta AST kitap Kulübü’nden »Bir Şeftali Bin Şeftali« kitabını satın
aldım. Eve giderken yolda dolmuşta okudum. Aynı eseri yıllar sonra elime alıp
okuyunca hemen hemen aynı duygularla sarsıldım. Kitap güzeldi. Anlatım da güzeldi.
Sadece benim katılmadığım bir nokta vardı ki, bunu şimdi yazmam gerekiyor; ben
o gün de katılmadım, bugün de katılmıyorum: Sahip Ali ile Polat’ın bahçede şeftali
çalmaları...
Çocukluğumu düşünüyorum. Ben bir çocuk
olarak kalkıp bir başkasının bahçesinde şeftali çalsaydım, en büyük cezayı babamdan
görürdüm. Suç ve ceza olayını ben babamdan öğrendim. Öyküde suç var ceza olayı
niçin yok?
Bu kitabın güzel yanı, insanla doğanın var
olan dostluğudur. İki küçük çocuğun, bir şeftali ağacıyla olan arkadaşlığı...
Dikilen bir ağaca verilen emeğin öyküsü
anlatılır. İnsan yaşamının doğayla olan dostluğu anlatılır. Bazen doğanın acımasızlığıyla
biten sonuç... Bazen insanın vefasızlığıyla biten sonuç... Ama bu masalda (öyküde)
çocukların sahipsizliği vardır. Sahip Ali aslında sahipsiz biridir. Polat ise ondan
da sahipsizdir. Kendi elleriyle yetiştirdikleri şeftali ağacının onlara, eski
deyimle »tabiat ana« olarak sahip çıkması güzel bir duygudur.
Sahipsiz çocukların yaşam içinde ne türlü
sonlarla karşılaşacağını Behrengi tüm çıplaklığıyla vermiştir. Çocuklardan birini
yılan sokmuş ve öldürmüştür. Çocuk doğurmak pek çok insanın hüner saydığı bir
olaydır. Asıl önemli olan doğurmak değil, iyi bir insan yetiştirmek. Asıl sorun
bu... Ağacı dikmek önemlidir, ama asıl önemli olan o ağacı yetiştirmek. Yetişen
ağacın meyvelerinden faydalanmaktır. »Saldım çayıra Mevla’m kayıra« alışkanlığı
halen ülkemizde geçerli bir yöntemdir.
Küçük Kara Balık:
Bu masal kitabını elime alır almaz hemen
okumaya başladım. Masal küçük bir karabalığın dere yatağı denilen yerde sıkılıp
orayı terk ederek dünya turuna çıkmasını anlatıyor. Bu dünya turunun sonunda
denize ulaşıp deniz denen o büyük olayı tanımasını konu ediniyor. Ben de küçük karabalıkla
birlikte tüm serüvenleri yaşadım. Nine balığın anlattığı bu masalın sonunda
bende küçük kırmızı balık gibi düşüncelere daldım. Doğrusunu söylemek
gerekiyorsa bayıldım masalın akışına. Tadı halen beynimin ortasında duruyor.
»Küçük Kara Balık« Ben senin o büyük
cesaretine hayran kaldım. Ben de kendi dünyamda yaşıyorum. Benim dünyam da senin
yaşadığın dere yatağı kadar dar ve sıkıcı. Bunalıyorum beee... Boğuluyorum köhne
düşünceler içinde, boğuluyorum beeee.
Kırmalıyım kabuğumu. Çıkmalıyım dışarıya. »Küçük
Karabalık« gibi çeşitli serüvenler yaşayarak denize ulaşmalıyım.
Keşke senin kadar cesur olabilseydim, keşke
senin gibi yaşam kavgasında dönülmez kararlar alabilseydim. Keşkem bu aldığım
kararları uygulamaya koyabilseydim. Ama bana umut veren, güven veren bir olay
var: Benim gibi birisini gördüm bu masalın içinde, masalı anlatan nine balık, masalını
bitirirken. »İyi geceler...« dedi. »On iki bin yavru torunlarından, on bir bin
dokuz yüz doksan dokuz küçük balık; İyi geceler. dediler. Sonra gidip uyudular.
Nine balık da uyudu. Yalnız bir küçük kırmızı balık ne yaptı ne ettiyse
uyuyamadı. Sabaha değin hep denizi düşündü durdu«.
Şimdi ben bir küçük kırmızı balık olmak
istiyorum. Evet, o, »Küçük Kara Balık« gibi köhne zıbınımı yırtıp dünyayı kucaklamak
istiyorum. Yürüyüp denize ulaşmak istiyorum.
Bu masalın yazarı da böyle şeyler düşünmüştür.
Ben Samet Behrengi’yi »Küçük Kara Balık«
olarak görüyorum. Kendimi ise, küçük kırmızı balık olarak...
Samet Behrengi ne yapmış?
Bu güzel masalla (öykü) birlikte o dar ve
köhne zıbınını yırtıp dünyayı kucaklamanın yolunu bulmuş. Denize ulaşmış.
İşte sonuç: İtalya’da en iyi yabancı çocuk
hikâyelerine verilen »Buluni Altın Ödülü« nü almış.
İçimde bir sevinç doğuyor. Belki diyorum,
benim ülkemde de böylesine bir ödül olur da bunu tutup Samet Behrengi’ye verirler.
O bunu çoktan hak etmiştir sanıyorum.
Samet Behrengi, yazdığı masallarla
evrensel boyutlara ulaştığını biliyor muydu? Sanmıyorum... O sadece yazmıştır.
Bir yazarın görevi de sadece yazmaktır. Şan, şöhret, ödül falan amaç değildir...
Eğer Samet Behrengi yaşamış olsaydı, dünya
çocuk yazınına daha nice nice »Küçük Kara Balık« gibi masallar kazandıracaktı.
Daha nice yapıtların altına imza atacaktı. O’na saldıranların korkusu da buydu.
Kel Güvercinci:
Diğer bir adıyla »Keloğlan ile Sihirli Külah« Ben, Keloğlan masalları içinde böyle birkaç
tane masalın daha olduğunu biliyorum. »Keloğlan ile Sihirli Sopa«, »Keloğlan
ile Sihirli Kuyu« gibi, bu kitabı elime alınca hızla okumaya başladım. Benim
bildiğim ve küçük yaşlarda da babamdan dinlediğim bir masalın özetiydi. Çeşitleme
olarak farklı bir anlatım taşımış olsa da bu bir Keloğlan masalıydı. Keloğlan’ın
kişiliğini yansıtan bir alıntı yapmak istiyorum:
Sihirli külahını anasına veren Keloğlan
anasından külahını geri ister. Anası da külahı geri vermek istemez. Çünkü
istekleri vardır. Sayfa 24’te ana ile oğul
arasında bir konuşma geçiyor:
»Anası:
Bu külahı sana vermem demiş.
Keloğlan:
Anladık, anladık demiş anasına. –Uzatma.
Ver şu külahı gidip azıcık yiyecek bulayım, açlıktan nerdeyse öleceğim.
Anası:
Olur, ama demiş. –haram mala el uzatmayacağına
and içersen veririm külahı.
Keloğlan:
Olur demiş; and içerim ki harama el sürmeyeceğim«.
Keloğlan’ın bir halk tiplemesi olduğunu
biliyoruz. Yukarıya aldığım alıntı da bu tiplemenin kişiliğini yansıtan küçük
bir konuşmadır. Bu konuşma benim dinlediğim, gerçek masal içinde daha farklıdır.
Günümüzde yazılan Keloğlan masallarının içinde
anlatılan Keloğlan, ne yazık ki, gerçek kimliğinden soyutlaşmış. Tam Keloğlan
karakterini bulma şansına erişemedim. Aslında Kuzeydoğu Anadolu‘da anlatılan bu
masalın adını yukarıya yazdım, buraya da yazıyorum: »Keloğlan ile Sihirli külah«
. »Kel Güvercinci« bu masalın Behrengi’ye özgü bir anlatım biçimidir. Buna saygımız
vardır. Bu saygı madalyonun öteki yüzünü göstermeme engel olmuyor sanrım.
Keloğlan masal boyunca sihirli külah ile
birçok iş başarır. Yaptığı tüm muzipliklerin amacı çocukları güldürmektir. Keloğlan
bu sihirli külah ile geçilmeyen yolları geçer, açılmayan kapıları açar,
girilmeyen odalara girer. Yatağında uyuyan padişaha iğneler batırarak onu
korkutur. Padişahın sofrasına oturur yemek tabaklarının yerini değiştirir, bir
tavuk budunu alıp vezirin cebine koyar, muziplik olsun diye yemeklere tuz doldurur,
acayip sesler çıkartarak ortalığa korku salar... Odada ki eşyaların yerini değiştirip
orda bulunanları şaşırtır.
Dahası muziplik olsun diye üzümlü çöreği
padişahın kafasına, kızarmış tavuk döşünü padişahın karısının kafasına koyar.
Kimsecikler Keloğlan’ı görmez. Çünkü o, sihirli külahının altındadır. Keloğlan
bin bir türlü muziplik yapar ama hırsızlık asla!
Masalda anlatılan; varsıldan tırtıklayıp
yoksullara dağıtmak, yoksullar yararına çalıp çırpmak olayı ise Behrengi tarafından
masala sokulmuştur. Masal içinde Keloğlan anadan öğütlüdür. Sihirli külah ile
her türlü muziplik yapacaktır; haram mala asla el sürmeyecektir.
Bu düşünce günümüz masallarında böyle
olması, aynı zamanda hukuksal açıdan da Hamurabi yasalarından bu yana böyledir.
Ancak günümüz aydınları nedense bu tırtıklamayı yasal kabul ettirmişler.
Sonrada tüm halk hikâyelerinin içine bir güzel sokmuşlar.
Benim çocukluğumda dinlediğim yüzlerce
Keloğlan masalında her türlü muziplik vardır. Çocuklara hoş vakit geçirmek içindir. Masal içine sıkıştırılan olaylar diziminde, olmayan şeyler arasında ise yalanı,
hırsızlığı, adam öldürmeyi ve buna benzer kötü davranışları sayabiliriz. Yani masalda suç sayılan
olaylar asla bulunmaz.
Keloğlan halkın iyi yanıdır. Saf yanıdır.
Diri yanıdır. Bu böyle biline, bundan sonra da böyle yazıla.
Bir Günlük Düş ve Gerçek:
Bu öyküde anlatılan olay Tahran sokaklarının
gerçek görünümüdür. Bu sokak yaşamı bizim ülkemizde de vardır. Böylesine sorumsuz
göç olayı bizim ülkemizde de vardır. Az gelişmiş ülkelerde toprak reformu yapılmadığı
için toprak dağılımı adaletsizdir. Çok topraklı toprak ağalarının yanı sıra
topraksız köylüler, gelir dağılımında görülen büyük uçurum vb. Arka planda kalmış
olsa da göçmen çocuklarının sokak yaşamını gözler önüne seriyor.
Yine bir Behrengi klasiği... Bir tarafta
yoksul sokak çocukları, diğer tarafta ise varsıl insanların çocukları. Aradaki
gelir dağılımının yanlışlığı...
Bu tür olayların sorumlusu çocuklar değildir.
Salt gerçekleri sergilemek yeterli midir? Sanmıyorum.
Suç ve ceza yöntemi olayların akışı içinde
ustaca sergilenmiş. Zaten Behrengi’ye de böylesi bir masal anlatımı yakışır diyorum.
Çocuk eğitiminde sınır olmalıdır. Çocuk yaşamın
sorumluluğunu kavrayan »Çırak İşçiler« çocuk
yaşta çalışıp kazanmayı öğreniyorlar. Gelecekte bir meslek sahibi olayım diye üç
kuruşa, gün sekiz saat emek pazarında ter dökenleri selamlıyorum. Biraz da bunların
yaşamı yazılsın istiyorum. Ağaç sanayisinde, demir sanayisinde, tekstil
sanayisinde, bakır işletmelerinde, dahası simitçi, boyacı, su satıcısı semt
pazarlarında hamal olan çocukların yaşamını kitaplarda görmek istiyorum.
Gülten Akın geliyor aklıma »Seyran Destanı«
ile... Kutluyorum Gülten Akın’ı... Seyran okunsun istiyorum tüm okullarda.
Bu kitabın bütün sayfalarında »suç ve ceza«
yöntemi ustaca sergilenmiştir. Ben böyle gördüm. Zar atan çocuklara polisin karışması,
camı kıran çocuğa anında tepkinin gelmesi bence olumlu bir yöntemdir. Gönül
isterdi ki, »Bir Şeftali Bin Şeftali« öyküsünde
de böyle bir olay işlensin. Sahip Ali ile Polat bahçe duvarını aşıp defalarca şeftali
çalmaya gittiklerinde bir hırsızlık olayı vardır. Çocuk belleğinde bu olay
serbest kalmamalı. Suç ve ceza yöntemi işlenmeliydi.
»Kel Güvercinci« masalında da Keloğlan
varsılları tırtıklarken (kimin yararına olursa olsun) suç ve ceza yöntemi işlenmeliydi.
Zaten masalın özünde bu tırtıklama olayı yoktur demiştim.
Her ne şartlar altında olursa olsun yalan
söylemenin bir hak olduğunu sanmıyorum. Yine vurgulamak istiyorum. Her ne şart
altında olursa olsun çalmanın, tırtıklamanın, öldürmenin, yıkmanın, bir hak
olduğunu sanmıyorum. Ben yüzlerce halk masalı dinledim, böylesine bir olaya
rastlamadım.
Sevgi Masalı:
Çok sevdiğim ve dört dörtlük dediğim bir masal
daha... Bu masal gerçekten bir masaldır. Okuduğum günden beri hep bunu söylüyorum.
Sevginin masalı olur mu? Sonra şu sözleri ekliyorum sözümün arkasına: Olur,
olur bal gibi olur... Yoksul bir çobanın bir padişah kızını sevmesi masal değil
de nedir?
Ama yine vurguluyorum, benim için dört dörtlük
bir masal kitabıdır. Bu masalın şiirleri yazılsın istiyorum. »Hazal Türküsü«
gibi...
Halk masallarını ustaca derleyip yazılmasında
kitap olarak çocuklara sunulmasında en güzel örneği görüyorum. Çocuk beyinler için
sevginin işlenmesi önemlidir. Aynı zamanda sevginin ne olduğu, nerede ve nasıl
gerçekleşeceği anlatılmalıdır.
Yoksul insanların yoksul çocukları emek
pazarında ter döküyorsa bunların sevdalarını yazmak bir haktır. Onların acıların
çocukları oldukların zaten biliyorlar. Acıların içinde onları diri tutan tek şey
onların sevdalarıdır, sevgileridir. O halde »Sevgi Masalı« gibi kitapların yazılması
doğaldır. Bu masaldan dolayı kutluyorum Samet Behrengi’yi...
Ulduz ile Kargalar
Ulduz Azeri Türkçesinde »Yıldız« demektir.
Öyküde bir kız çocuğunun adıdır. Olduğu gibi yazılması güzel bir olaydır. Çünkü
yıllar önce Keloğlan’ın adını »Glatzkopf«, »Camkafa« olarak Almancaya çevirenlere
bir yazı yazmıştım. Yazı bir dergide yayımlanmıştı. Yazıda demiştim ki özel isimler
bir başka dilden, başka bir dile çevrilemezler. »Keloğlan«, »Glatzkopf« olamaz!
Aynen geçmelidir. Hepsi bu! Ama o insanlar türlü bahaneler altında bir başka
isim bulup öyle çevirdiler. Bunu Almanlar değil, bizim aydınlarımız yapıyor...
Bu öyküde Ulduz adlı bir kız çocuğunun üvey
anasıyla olan acıklı yaşamı sergileniyor. Üvey ana baskısından bunalan Ulduz,
kargalarla dostluk kuruyor. Özellikle ana kargayla olan dostluğu Ulduz’un öz
anasına olan özlemini dile getiriyor. Bu konuyu yazarken Göle yöresinde söylenilen
Acem ağzı bir türküyü anımsıyorum. Türküde üvey ana baskısından bunalan bir
delikanlının öz anasına seslenişi işlenmektedir. Türkünün ilk dörtlüğünü yazıyorum.
»Anam, anam, öz anam / Sana yoktur söz anam / Her dem hasretim sana / Gel benimle
gez anam«.
Hayvanlarla insanların dertleşmesi sıkça görülen
bir olaydır. Orhan Veli’yi anımsıyorum »Bayram« adlı şiiriyle... Bu şiirden üç
dize alıyorum: »Kargalar sakın anneme söylemeyin / Bugün toplar atılırken evden
kaçıp / Harbiye Nezaretine gideceğim«.Hayvanlarla insan ilişkisini içeren masal
ya da hikâyeleri sıralarsam sanırım bu yazının kapsamını aşar. Bu sözleri
burada keserek bir başka masala geçelim.
Pancarcı Çocuk:
Kitabın içinde tam beş güzel masal gibi öykü
var. Bu öykülerin hemen hemen hepsinde de Behrengi tadı var. Bu tad masalla öykü
arası bir sentez tadıdır
Kısa kısa anlatımlar beni çok etkiledi. Çocuk
yazını da budur.
Emek çalışmak demektir. »Pancarcı Çocuk’ta«
çalışıp kazanmanın özgül ağırlığını yakalıyorum. Küçük emekçilerin destanını
yazarken, »Çırak İşçileri« anımsıyorum. Küçük bir çocuğun çalışarak yaşamını
kazanması, sorumluluk taşıması... Güzel bir duygudur.
Emekçi insanlar, emeğiyle geçinen
insanlardır. Bu insanlar, her ülkede olduğu gibi, Behrengi’nin ülkesinde de yoksuldurlar.
Bu insanlar »Büyük İnsanlık« adıyla da anılırlar ve emek – sermaye çelişkisinde
emeğin sahibidirler. Romanlarda, öykülerde, filmlerde her türlü Suçun
Sahibidirler. Kanımca, bu insanları suçlu göstermek demek, bu insanlara, »Büyük
İnsanlık« denilen güce karşı olmak demektir.
Feleği Arayan Adam:
Bir dini hikâyeden yola çıkarak yazılmıştır.
Eski Türk yazını izlerini taşıyor. Şaman geleneğini yansıtıyor. Aslında İslam
dininde »Felek« diye bir olgu yoktur. »Felek«
eski Türk inanışlarına göre talihleri çizen, kaderleri yazan ve tüm kötülükleri
yapan doğaüstü güçtür. Halk türkülerinde de adı geçen »Felek« bütün kötülüklerin
sorumlusudur.
»Feleği Arayan Adam« başlıklı hikayede ise
tüm kötülüklerden bunalan bir adamın kalkıp feleği aramaya ve onunla hesaplaşmaya
gitmesi konu ediliyor. Bu tür masallar oldukça yaygındır. Ben birkaç tanesini
anımsıyorum. Öykünün sonunda kurt motifi eski Türk söylencelerini anımsatıyor.
Eski Türk söylencelerinde beceriksiz ve ahmak insanları kurtlara sunuyorlar. Bu
tür yüzlerce masal vardır: »Kurtla Koca karı«, »Kurtla Çoban« gibi...
Bu tür yüzlerce masal vardır dedim.
Behrengi’de de bir tanesini görüyoruz. Bu halk masalı çok kısaltılmış bir şekilde
bizlere sunulmuştur. Belki de Behrengi bu kadarını biliyordu. Benim bildiğim bu
masal daha uzun ve daha detaylıdır.
Yaşlı Kadın ile Altın Civciv:
Kuzeydoğu Anadolu’da da anlatılan halk
masallarından birini daha okuyorum. Yine kısaltılmış, öz olarak sunulmuş. Her nedense
Behrengi bunu sık sık yapıyor. Bu tür masalları çocukluğumda çok dinlemiştim.
Aklımda kalanların adlarını yazayım: »Altın Yumurtlayan Tavuk«, »Altın Kahküllü
Oğlan«, »Altın Boynuzlu İnek«, »Altın Top ile İki Yaşlı« , »Altın yapraklı ağaç«,
»Altın Dağ ile Bakır Dağ« ... Bu isimler daha da çoğaltmak mümkündür. Ancak ben
bunları biliyorum. Bildiklerimi yazdım. Eğer Behrengi bu masalın tamamını yazmış
olsaydı sanırım daha güzel olacaktı. Çünkü masalda bazı konular çocuklar için söylenilir.
Örneğin, altın civciv nasıl oluşmuş? Yaşlı kadına nasıl gelmiş? Sonunda neler
oluyor? Masalın tümü yazılmalıydı.
Bir Kar Tanesinin Öyküsü:
İşte tam tamına bir Behrengi masalı. Bu
masal öğretmen masalıdır. Öğretici yanı oldukça fazladır. Tam bilimsel bir kurgudur.
Doğa olaylarını irdelerken kar tanesinin oluşumunu en güzel biçimiyle sunmaktadır.
Kanımca okul kitaplarında ders olarak çocuklara sunulması gereken bir öyküdür.
Bu öykü batıl inançların üzerine bir çığ tanesi gibi inmiştir.
İlkokul yıllarını anımsıyorum. Öğretmenimiz
Dursun Kızılateş bize yağmurun nasıl oluştuğunu anlatabilmek için sınıfta yanan
sobanın üzerine tencereyle su koyup kaynatmaya bıraktı. Kaynayan suyun buharına
tencerenin soğuk kapağını tutarak buharın yeniden suya nasıl dönüştüğünü gösterdi.
»İşte bu yağmurdur!« dedi, buharı göstererek; »İşte bu da buluttur!« dedi...
Bu güzel deneyin yanı sıra böyle bir öykünün
okunması, tartışılması çocuk belleğinde çok güzel bir bilgi birikimi sağlar diyorum.
Deli Dumrul’un Öyküsü:
Dede korkut öyküleri içinde yer alan bu öykü
»Feleği Arayan Adam« gibi dini bir öyküden yola çıkılarak yazılmıştır. Efsanevi
bir yapı taşıyor. Türklerin İslamiyet’i kabul ettikleri dönemde, ne kadar eski
Türk masal ve söylence var ise hepsine dini motifler eklenerek yeniden yazılmıştır.
Dolayısıyla eski Türk yazını da kendi kişiliğini kaybetmiştir. Günümüz aydınları
da bunu başka türlü işleyerek aynı şeyi yapmışlar.
Dede Korkut öykülerinin büyük bir destanın
parçaları olduğu sanılıyor. Ama hangi destanın parçaları? Destanın aslı nerede?
»Deli Dumrul’un Öyküsü« kısaltılarak
yeniden yazılmıştır. Böyle birkaç öykü daha dinlemiştim; »Gök Tanrı Ülgen’i Arayan
Adam«, »Hızır İlyas’ı Arayan Adam«, »Ölümsüzlük Suyunu Arayan Adam« gibi... Bunlar
çok daha fazla olarak halk arasında bilinir ve anlatılır.
Duvarda İki Kedi:
Bizim okul kitaplarında yer alan »İki İnatçı
Keçi« masalına benziyor. Bizdeki keçiler anlaşıyorlar. Ama Behrengi’nin kedileri
bir türlü anlaşamıyorlar. Bir darbe sonucu dağılıyorlar. Masal sanki az gelişmiş
ülkelerde siyasi yapıların yapısızlığını anlatıyor. Birbirlerine karşı oldukça
inatçı davranan siyasi örgütler bir darbe sonucu nasıl ortadan kalkıyorlar ve
nasıl kendiliğinden yok oluyorlar. Ben bu öyküde bunu anlıyorum. Bu İran’da da böyledir, Türkiye'de de böyledir.
Orhan Bahçıvan, »Halis Kızılateş«
Not:
Bu yazı, GÜNEY Sanat Edebiyat Dergisi, Sayı,
19. Ocak, şubat, Mart 2002. sayısında yayımlandı.
Ellerinize, emeğinize, güzel yüreğinize sağlık Orhan Hocam... Teşekkür ediyorum ve bilincinizin aydınlığını selamlıyorum... Saygıyla...
YanıtlaSilDeğerli Dost Gürsel Rengis Bende Okuyup Yorum Yazdığınız İçin Teşekkürlerimi Gönderiyorum...
YanıtlaSil