24 Eylül 2017 Pazar

Hıçkırıklar Kuş Kanadı / ve ya Mavi Sürgün

Hıçkırıklar Kuş Kanadı / ve ya Mavi Sürgün[i]





Eski Bir Dostu Yeniden Düşünerek



Soğudu Yüreğimiz[ii]

Bilir misin acısını sen yabancı olmanın
Yitirdik duyguları soğudu yüreğimiz
Yatağını terk eden ırmaklar gibi hazin
Yaralandı dostlukla o sıcacık sevgimiz
1987

Ali Özenç Çağlar, bu betiğiyle şiirin uzun serüveni içinde yeni yeni boyutlara vardığını da bizlere gösteriyor. Yazarın üçüncü betiği olan »Hıçkırıklar Kuş Kanadı« ve ya Mavi Hüzün, 1. Baskısına göre bu kez, bir iki dizgi yanlışlarını saymazsak eksiksiz bir kitapçık olmuş. Eksik olan yanı ise, Yüksel Çağlar’ın 1. Basımında kitabı süsleyen desenlerinin 2. baskıya girmeyişi, bence.

Yaban elde kök salan alın terinin meyvelerini toplamaya başladığımız zaman, emeğin dizelere dönüştüğünü de gördük. Özlemin ve kederli günlerin şafağında alıcı kuş gibi, bir döner, bir kalkardı umut denen o duygu. Küçük küçük odaların loş ışığı altında, usul usul okunan sevimli betiklerin getireceği günleri kimseler bilemezdi.

Toprağında kan sızmayan bir dünyanın özlemiyle “Ekmeğin ve kitabın hatırı için, ses ver sesimiz çoğalsın. Yaban elde emeğin göçü kör karanlık noktalara düşmeden, beynimizin ışığı ile »Hıçkırıklar Kuş Kanadı« döner ha döner…

Dörtlükler, her ozanın kendine özgü bir biçemle yazdığı ve yazın dünyasına armağan ettiği yazın türüdür. Divan yazınında ise, Musammat[iii], Murabba[iv] “ biçiminde yazılan ve bu adla bilinen türdür. Halk yazınında mani türünde dörtlükler düzeninde yazılır. Kanımca, eski Türk yazınında da var olan bu tür, İran rubailerine benzeyen “Tuyugların bir devamı olsa gerek.  Tuyugların[v] da, rubailerinde yazılı biçimi 11lik hece ölçüsüyle olur. Günümüz ozanları bu kalıbın dışına çıkmayı başarmasını bilmişlerdir. Salt şöyle yazılacaktır diye bir kuralı yoktur. İşin en önemli yanı, yazılıp okuyucuya sunulmasıdır. Ali Özenç çağlar, çok az işlenen bu tür içinde kendi kendisini yenilemeyi başarmıştır.

Bir özlemin sesiyle kavruldu yüreğim ali özenç Çağları okurken.

Çam Yaprakları

Hırçın yağmurlar düştü birden gözüm üstüne
Fırtınalar boranlar tufanlar kasırgalar
Sanki şu insanları örnek alır olmuşlar.
Bir düşer bir çoğalır çamlardaki yapraklar
1986

Arada bir felsefi konuların kapısını aralar, usta adımlarla geçer o güzelim kapıları usulca.



Sevgiyi Soğuttular

Mavi Göğü, gelinciği bebeği, yatağında
Umudu kurşunlayıp karanlığa astılar
Başsız bedenleriyle üşüştüler yurduma
Çürük yüreklerinde sevgiyi soğuttular.
12 Eylül 1987

Yürek türkülerle büyürse, türkülerle yoğrulursa,

Onlar
»Neo Nazilerce
evleri kundaklanan
Türkiyeli İşçilerin Anısına«

Bantlar çarklar dişliler yürüdü üzerine
Ürüyen çakallar itler yürüdü üzerine
Tam gece yarısıydı alev aldı saçaklar
Ölüm onlardan yana yürüdü üzerine
1987


Bantlar, çarklar, dişliler yürür insanüstüne, boğulursun ter denilen emek yüküne. Sonra torna sesiyle demir tozları arasında bir türkü başlar, dökülür tezgâhın paslı yüzüne.

Türkülerle Büyümek

Doğdu toprak evlerde kar üstünde büyüdü
Aras’ın sularıyla yudu genç yüreğini
Kuşandı bin asırlık nevrozun ateşiyle
Boy verdi direnişte, türkülerle büyüdü
1987

Dileğimiz bu büyüme, iyiden, güzelden, haklıdan yana olsun kendi yürek sesiyle boy verip filizlensin.

Nihat Behram Önsöz yazısına şöyle başlar:

»Ali Özenç Çağlar
Hayatın Tanımını
»Toprağında kan sızmayan
Bir dünyanın özlemi’yle arıyor. Ve bunu yazarak arıyor. Yazarlığa olan tutkusu da hayata olan tutkusu gibi içten, öz toprağında gelişen bir tohum gibi…

Avuçlarında »gurbetin yanığı« var Ali Özenç Çağların. Bu öyle bir yanıktır ki, büyüdükçe acının olur. Sorunlardır onu büyüten. Tıpkı bir çocuğun büyümesi gibi… Her soru kendi yanıtıyla döllenir, öfkelerden yeni öfkeler tomurcuklanır.«[vi]
  
Az önce alıntı yaptığım, Nihat Behram’ın sunusunun da yer aldığı kitapta 74 dörtlük bulunuyor. Kutluyorum Ali özenç Çağlar’ı bundan böyle başarısının sürmesini diliyorum…

Kitaptan bazı dörtlükler alarak ve yazıyı Ali Özenç Çağlar’ın-Öz yaşam-ile bitirelim. 


Özgürlük Rüzgârları
Esecek ülkemde özgürlüğün rüzgârı
Ekinler, çocuklar için yağmur yağacak
Dirfiller kimi mavi, kimi eflatun taçlı
Gökte bulut, içte umut kararmayacak
1986

Hiroşima
Ağustos sabahının günahkâr bulutları
Örttü ucu ucuna Hiroşima kentini
Karaya çaldı orman, sütte bebekler yandı
Utanmayan yüzlere çarpınca çığlıkları
Ağustos 1987

Eski Sevdalar
Toz duman eski sevdalar, ince bir sızı ya da
İlkbaharın ilk çiçeği ilk ötüşü yavru kuşun
Gürül gürül akarsular çoğalır deryalar ya da
Çatlayınca genç tohumlar, yadsınır yeniyle ya da
1987

Gece Kuşum
Gece kuşum baştan aşağı döne döne konuverir
Bir kenti baştan aşağı süzülerek uçuverir
Ağlayan bebeğe ninni, gül devşirir sevenlere
Yedi rengin gökkuşağı umut sarıp sunuverir

Hıçkırıklar Kuş Kanadı
Buharlaşmış çemen çemen ılık yelle gelen kokun
Boynun eğmiş salkımsöğüt, menekşeler selelenmiş
Bir trompet karışırken »do« sesiyle senfoniye
Hıçkırıklar kuş kanadı, seviler semaha dönmüş.

Mavi Sürgün
Leylak rengi tütün çiçeği gölgesinde büyüdüm
Yediveren asmaların arasında öğle uykularım
Atarken bıçkın yüreğim, pamuk pancar tarlalarında
Mavi hüznün kuytusunda uçuşur sevdalarım
1987

Ali Özenç Çağlar’ın-Özyaşam-2021. 

Ali Özenç Çağlar, 1947 yılında Akhisar’ın Mecidiye köyünde doğdu. 1973 yılında Federal Almanya’ya gitti ve orada çeşitli fabrikalarda işçi olarak çalıştı. Çağlar, sanat yaşamına resimle başladı. Türkiye ve Almanya’da çeşitli dergi ve gazetelerde desenleri, karikatürleri, şiirleri ve öyküleri yayımlandı. 

1979 yılında Sanat Emeği dergisinin açtığı “İşçi Yazarlar Öykü ve Roman Yarışması”nda “Kurtuluşun Düşleri” adlı öyküsü, başarılı ilk beş yapıt arasına girdi. 1985′te Gelsenkirchen’de düzenlenen “Türkler Almanya’da” konulu şiir ve öykü yarışmasında “Kürt Şoreş” isimli öyküsü ödül aldı. İsviçre’de 1986 Dünya Barış Yılı nedeniyle açılan bir edebiyat yarışmasında Çağlar’ın “Leke” isimli öyküsü başarı ödülü aldı. 

Sanatçı, 1993 yılında Milliyet Gazetesi ve Türkiye İş Bankası’nın Avrupa düzeyinde açılan Örsan Öymen Yazın ve Karikatür Yarışması’nda dil konusunu işlediği karikatürüyle tekrar başarı ödülüne değer görüldü. Daha sonraları yazarın, Türkiye’de, 1999, Samim Kocagöz Öykü Birincilik Ödülü. 2001, Cumhuriyet-Hafta, edebiyat yarışmasında, “Mahrem Ölümler” ile öykü ödülü vardır. 

Yayınlanan kitapları:
Ali Özenç Çağlar’ın bugüne kadar yayımlanan kitapları, “Gece Sabaha Durdu” (1987) şiirler, “Korkunun Ötesi” (1989) Öyküler, “Hıçkırıklar Kuş Kanadı” (1990) dörtlükler. “Destanca” şiirler / 1994 / “Kavşak” –öykü- (Ortak Yapım) Anadolu Verlag-1995 / Yazarın ilk romanı olan “Ölü Yüzler” / 1998’de, Milliyet - Doğan Kitapçılık tarafından yayımlandı. / ”Hercai Gülüşler” (şiir) Aydın Kitabevi (Kasım/ 2000) “Ölümün Rengi” öyküler / Aydın Kitabevi / mayıs 2001/ ”Günah Kuşları” (roman) 2008-Öz Yapım oHG / Yine aynı yıl, BirYay Yayınları/Yaralı Hayıt Ağacı ve “Olgu’nun Karıncaları” (2008) / Ardından, Mayıs 2013. Çağdaş Tragedyalar-Şiir/ Artshop-2015/ Ateş Küskünleri-Öykü-Artshop-2016/ Sular Kuruyunca-Roman-Artshop Yayınları-Eylül. 2016, İstanbul. Haziran Çocukları - Şiirler - Temmuz 2018/ Soğuk Yıllar – Roman-Artshop./ Ocak 2019 – Yitik Zama-Öykü - Klaros Yayınları - Temmuz 2020 – Ekmeği Taştan Oyanlar – Öykü –Klaros Yayınları – Temmuz 2021.- 

Orhan Bahçıvan

Küçük Not:
Bu tanıtım yazısı, Türk Dili Dergisi Sayı 28- Ocak/ Şubat 1992 tarihinde yayımlardı.

Orhan Bahçıvan



Türk Dili Dergisi            





[i] Ali Özenç Çağlar, »Hıçkırıklar Kuş Kanadı« ve ya Mavi sürgün dörtlükler, Aydın Kitapevi…
[ii] Ali Özenç Çağlar, »Hıçkırıklar Kuş Kanadı« ve ya Mavi sürgün dörtlükler, Aydın Kitapevi…
[iii] Musammat: sözcüğünün asıl anlamı "ipliğe dizilmiş inci"dir. Bendlerden oluşan nazım biçimleri genel bir adlandırma ile Musammatlar olarak adlandırılmaktadır.
[iv] Murabba, bent adı verilen dört dizelik kıt'alardan oluşan şiir türüdür. Kelime anlamı "dörtlük" demektir. Aynı ölçüde dörder dizelik bentlerden oluşan nazım şeklidir. Uyak düzeni genelde aaaa/bbba/ccca/ddda/. Şeklinde olmakla beraber, ilk bendi kafiyeli olmayan ya da sonraki bentlerde kafiyesi tekrarlanmayan murabbalar da vardır.
[v] Tuyuğ, edebiyat terimi olarak dört mısralı bir nazım biçiminin adıdır. Eski Türk şiirinin dörtlüklerinden doğmuştur. Tuyuğun Oğuz Türklerinin Azerbaycan, Doğu Anadolu ve Irak'a yerleşmeleriyle kendi edebiyatlarında kullandıkları dört mısralık halk şiirlerinin bu bölgede aruzla yazılan ve Fehleviyyât denilen bestelenmiş rubailerden etkilenmesiyle ortaya çıktığını ileri sürenler de vardır.
[vi] Nihat Behram» Hıçkırıklar Kuş Kanadı« ve ya Mavi Sürgün, kitabında önsöz yazısı.

16 Eylül 2017 Cumartesi

Alagöz Dağı’nın Çocukları / Çolaklar / »Kızılateş Sülalesi«

Alagöz Dağı’nın Çocukları / Çolaklar »Kızılateş Sülalesi«
  
 

Araz Çayı'nın totem adı Alagöz’dür
Çolak Alagöz neslinden çıkmıştır
Bu yörenin yerli halkıdır.

Yeşil Göle yöresinde bizim sülaleye Çolaklar deniliyor. Yani biz oldum olası Çolaklar adıyla bilinir ve böyle tanınırız. Bu ad bizim geçmişimizi belirleyen bir ad imiş. Yazılı kaynaklarda bu ada bağlı olarak başka başka adlar da veriliyor. Çolak aynı zamanda Çomak[i] adıyla da biliniyor. Çomak sopa demektir. Neden bize çomaklar dendiğini biliyorum. Bunu benim bilincime çağrıştıran olay babamın yıllarca evimizin bir köşesinde sakladığı kızılcık ağacından yaptırdığı bir sopa olmuştu. Babam ona kızıl sopa adını vermişti. Hemen hemen her Çolak ailesinin evinde böylesi bir kızıl sopanın var olduğunu biliyordum.

Bir başka bilgi var yazılı kaynaklarda şimdi bu bilgiyi vermeliyim. Kaşgarlı Mahmud'un kaydettiğine göre Şamanist Uygurlar ve diğer Türkler, Müslüman olan Türklere Çomak veya »Çomakeri« derlerdi.[ii] Çolak oymağının adı büyük ihtimal ikinci sesleniş olarak bu bilgiyle bütünleşiyor demeliyim.

»Çolaklar / Çomaklar Oymağı : Çolaklar, Zamantı bölgesine yerleşen bir Yörük topluluğu olarak adı gösterilmiştir. Bu ismin 1563 yılında Zamantı Yörükleri arasında adı geçen ve Pınarbaşı nahiyesine kayıtlı Çomaklu oymağı olduğunu sanıyoruz. Bu tarihte 6 nefer nüfusları kaydedilmişti. Bugün Develi ilçesinde Çomaklı adını taşıyan köy, bu Türkmen obasının adını taşımaktadır. Anadolu’da bulunan Ulu Yörük oymakları arasında adı geçen Çomaklıların 291 hane olarak Anadolu’da bulunduklarına dair kayıtlar vardır.«

Biz çomak adını bir başka kaynakta okuyalım. Bu kaynak; Oğuzlara Ait Destani mahîyetde Eserler / Faruk Sümer I. Reşîdüddîn oğuznâmesî,

Bilindiği üzere, Reşidüddin'in tanınmış eseri Câmi'ut-tevârih'de "Türklerin ve Oğuz'un tarihi ve onun {yani Oğuz Han'ın) cihangirliğinin hikâyesi" adını taşıyan bir bölüm vardır1 .Bu bölüm başlıca vasıfları ile bir " Oğuznâme"dir. Yani burada pek az bir istisna ile Türkiye Türklerinin ataları olan Oğuzlara dair destanı mahiyette bilgiler verilmektedir. Bu husus eserin aşağıda anlatılacak muhtevasından iyice anlaşılacaktır.

»Üç-oklar Ya da Uç-oklar

Yaşça küçük olan üç kardeşi Oğuz sol kol olarak kararlaştırmış ve onların adını Uçoq koymuştu. lrqıl Hoca onların her birine başka başka lâkaplar verdi.
Şu şekilde :

1.     Kök Han’ın Oğulları     »Gök-Han'ın Oğulları«
2.     Taq Han’ın Oğulları      »Dağ-Han'ın Oğulları« (Alagöz Dağı'nın Çocukları)
3.     Tengiz Han’ın Oğulları »Deniz-Han'ın Oğulları«

Kök Han’ın Oğulları Bayındur her zaman bolluk içinde olan »yo hemişe bay ve nimetli ol. Bu boyun tamgası: ongunu. Yo sunkur; ağ Laçin, Ülüşü sol qarı yağrın; Ag: sol uyluk kemiği.

Taq Han’ın Oğulları Salur vardığı yerde kılıç çalıp Çomakla harbeden; Yo qandaki irişesin kılıç ve çomakın revan olsun; Ag Kılıç Tamgası: Yo: üçkuş; Ag: Burket. Ülüşü: Yo: Ucayla adlu; Ag Sol aşıkla ilik. Kinyas Bey'den bu yana, Çomakların bir kolu olarak biliniyor Çolaklar Oymağı.

Tengiz Han’ın Oğulları Yigdir, İyi ve büyük (Yo: eyülük, ululuk ve bahadırlık; Ag: uluğ, yüce. Tamgası: Ongunu: Yo: çakır; Ag: qarçıgay-çakır. Ülüşü: Yo: aşıklu ve kıç; Ag sol qarı ilik.

Üçoklar, Türk mitolojisinde "yersel boylar"ı (arzi kavimleri) ifade etmek için Ok sözcüğü birçok kaynakta boy anlamında kullanılmıştır, Onok, Bozok, Uçok.

Oğuzlar'ın başlıca saldırış silâhları şunlardır: ok, kılıç, kargı (süngü, cida) çomak (topuz, gürz). Savunma silâhları: kalkan, sırt zırhı, ısuk (tuğulga).

Saldırış silâhlarından birisi de çomak idi. Çomak, Türkler arasında her yerde ve her zaman kullanılmış bir silâh olup, ağaçtan ve demirden idi. Çomağa aynı zamanda Türkiye'de bozdoğan da denilmekte idi. Çomağın omuza asılı olarak taşındığı anlaşılıyor«

Kaynaklarda yazılı bir başka isim daha var. Çola[iii] ismi, bu isim aynı zamanda bir vilayet »şehir« adıdır. Yani, Alban Devletinin bir vilayetidir. Bu şehrin adını ben, bir bakıma Çola, bir bakıma Kola olarak düşünüyorum.  Göl, Göle olayı ile çol, çola, Kol- kola Köl-Köle sözcüklerini yan yana yazıyorum. Yani, Çola-kert, Göle-bert isimlerinin birbirinin benzeri seslerle oluşması, Ünsüz benzeşmesi, ünsüz yumuşaması, ünsüz türemesi gibi dil kuralından söz edebiliriz.

Göle adını özenle incelersek, bildiğimiz bazı bilgiler vardır. Kısaca Yeşil Göle ovasını yazalım. Göle kazamızın bulunduğu yer, Kür ırmağının beş kolundan dört kolunun doğuşuna sahiplenen bir ovadır. Göle şehrinin kuzey tarafında bulunan düzlük, yani Yeşil Göle Ovası çok eskilerde göl halindeymiş. Bu göl suların çekilmesiyle yerini düzlük ve çayırlık olan bir ova almıştır. Bundan dolayı bu ovanın adına kola denmiştir. Köle ya da Kola Oğuzca da birikme anlamına gelen Kol Kola ya da Çol -Çola olarak söylenirken, Osmanlılar bu toprakları ele geçirince, Kola ya da Çola olan bu ismi Göle olarak değiştirmişler. Böylece, göl suyunun çekildiği bu saha bizim topraklarımız olmuş. Bu topraklar Oğuz kavminin yaşadığı ilk topraklar olarak bilinir ve söylencelerde böyle anlatılır. Yani biz bu toprakları en eski Oğuz toprağı olarak biliriz. Bu bilgiyi Herodot tarihinde ve diğer yazılı tabletlerde de bulup okumak mümkündür.

Evet, bu toprakları masalımsı anlatılar ise şöyle tanımlar. Bu yörede hiçbir kavim ve kabilenin adı duyulmadan, Asya göçleri dediğimiz Kimmerler, Hazarlar ve daha niceleri diye saydığımız onlarca kavim kabile ismi bilinmeden, dahası Gürcülükten bile önceleri, Cınıvızlar »Cenevizli Romalılar« daha bu topraklarda görünmeden, Uğuz »Oğuz« Dağı ve Uğuz Çayırı ile çevresindeki yaylalardan Uğuz »Oğuz« denilen çok iri yapılı bir kavmin yaşadığından söz eder tüm kaynaklar.

Oğuzlardan bize miras kalan söylemler vardır. İç Oğuz »Üç Oklar«, Dış Oğuz »Bozoklar« İç Deniz, »Hazar« Dış Deniz, »Karadeniz« içeri ki Amca, dışarı ki amca, iç akraba, dış akraba tanımlamalarının yanı sıra, Oğuz Çayı »Kür«, Oğuz Dağı, Oğuz Çayırı, Oğuzun uykusu gibi uzun, Oğuz’un ölüsü gibi ağır… Oğuz’un yolu gibi uzun, »İpek Yolu«, Oğuz Kabristanlığı, Oğuz’un masatı, Oğuz’un Kalası gibi isimler ve daha niceleri halen yöremizde bilinen isimlerdir. Örnek Keloğlan bir Oğuz tiplemesidir. Acıkınca doymak bilmez, Doyunca acıkma bilmez. Uyudu mu üç gün üç gece, ya da yedi gün yedi gece uyur, yani Oğuz’un uykusu gibi uzun uyur. Yol gidince altı ay bir güz gider. Yani dümdüz gider. Değişik yazılarımda söylemiştim. Yöremizde köy, dağ, ırmak, yol, belde isimlerini değiştirmişler. Demem şu, Oğuzlardan kalma isimler kaldırılmış yeni yeni isimler konulmuş. Ancak biz yine de eski isimleri bilir ve söyleriz. Çünkü bu isimler yerli halkın bıraktığı yerli isimlerdir. Örnek, Albız Kalesi ile Albız Dağı, şimdi ki adı Şeytan kalesi. Bu konuyu da böyle işledikten sonra yeniden kendi anlatımımıza dönelim.

Evet, dönelim Çolak adına, Çolaklar derken, bu sözcük neydi neden bize böylesi bir isim verilmişti. Biz Çolak mıydık, Çolak isek neden Çolak oluyoruz. Buna benzer onlarca soruyu hep sormuşumdur kendi kendime. Çolak, eli ya da kolu sakat olana deniliyor. Türkçemizde her özrün bir adı vardır. Özürlü insan lakaplarını sayarsak,  aydaş, çolak, çopur, göde, hırık, kör, topal, sağır, kambur, şaşı, kekeme, lal, şişman, zayıf, cılız, zıpır gibi değişik sözcük ile ifade edilir. Biri diğerinin yerine geçmez. Yani biri topal ise, ona asla Çolak denmez. İki kolu ya da iki koldan birisi işlemediği an, o kişiye halk arasında Çolak denilir. »Adam Çolak koluyla bile vurabiliyordu« böylesi bir deyim ister istemez bu olayı tanımlıyor.

Ben elimdeki bilgilerle önce bir destan yazdım. Sonra bu destana önsöz olması için, bu giriş yazısını hazırladım. Elimde var olan bu bilgilerle kendimizi sorgulamaya çalıştım. Bulunduğumuz sahadan geriye doğru gidiş olayında önce bir soy şeceresi çıkartmam gerekiyordu. Bunu belli ölçüde başarmıştım. Babamın ve amcamın bana verdiği bilgilere tutunarak isim isim geriye gittim. Tam dokuz kuşak gidebildim. Dokuz kuşak sonunda Çolak ismine ulaştım. Ulaştım ulaşmasına ancak, Çolak adı daha gerilerde olmalıydı. Benim, daha geriler dediğim son noktaya ulaşmalıydım. Kanımca Çolak adı bir insanın adı değil bir yerin adı olmalı. Bizler kendimizi, soyumuzu bu yer adıyla tanımlayıp, bu yer adıyla belirtiyoruz. Zamanla bu yer adı bizim neslimizin adı olmuştur. Evet, tekrarlıyorum, bu ad, Karslılar, Erzurumlular, Göleliler gibi bir ad olmalı. Evet, bence böyle olmalı.

Yani şunu demek istiyorum. Bizim geldiğimiz bir yer ve bir yerleşim yeri vardı biz o adla anılıyoruz. Şimdi şunu söylemeliyim. Yazdığım destanda »Alagöz Dağı’nın Çocukları/Çolaklar«[iv] dediğim için bunu hemen açıklamalıyım. Sözün bu bölümünden yazının ilk başlarına dönersek, Tarihin bir başka yerinde şöyle yazıyor. »Arran(Ardhan) Krallığı’nın totem adı Alagöz’dür, demeli ki Çolak Alagöz neslinden çıkmıştır. Alagöz Dağı’nın eteğindeki Çola-Kert[v] ya da »Göle-bert«[vi] yöresini mesken tutmuşlar«. Dolayısıyla bu yörede yaşayan yerli ahali kendilerini Çolak olarak tanımlardılar.[vii] Çolakların yaşadıkları yayla Gence yakınlarında Alagöz Dağı etekleridir. Dolayısıyla, ben kendi bilgilerime göre gidebileceğim en son noktaya gittiğimi düşünüyorum. Son nokta Çolak değil Çola »Kola« adıdır. Bu adla birlikte birkaç yer adı daha veriyorum. Sanırım bu isimler genel olarak Çolakları betimliyor demeliyim.

Bir kez daha yazmalıyım, doğuya göçen Türk boyları arasında Çolak ya da Çomak adıyla tanınanlar önemli bir yer tutardı. Urartu yazıtlarında şimdiki Alagöz Dağı etekleri Çolakların yurdu olarak veriliyor. Yani bu yörede yaşayan yerli ahali kendilerini Çolak adlandırırdı. Yazılı kaynaklar Araz Çayı’nı bu ahalinin tapınağı olduğunu yazıyor. Kaheti şehrinin şöhretli isimlerinden biri olan Kinyas Bey Araz Çayı’nı geçip, kendi adına, bir yaşayış meskeni olarak seçtiği yerleri oğlu Çolak’ın adı ile Çola-Kert olarak adlandırdı. Bilmiş ve kabul etmiş olalım ki, Araz Çayı’nın totem adı Alagöz’dür, demeli ki, Çolak Alagöz neslinden çıkmıştır. Alagöz Dağı’nın eteğindeki Çola-Kert yerini kendilerine yaşayış meskeni olarak seçmişler.

Çolak neslinin son şahısları özlerini Çolaklı ya da Çolaklu adlandırırdı. Yani bu Çolaklar Alagöz Dağı eteklerinde Çola-Kert diye adlandırdıkları yerlerde yaşıyorlardı, Yesayi Hasan Celali’nin yazdığına göre, Çolakların yaylağı nerdeyse Gence yakınlarında olmuştur. Çolaklı neslinin başka bir kolu XVI. Yüz yılda Anadolu’da göçebe Yörükler arasında kayıtlara alınmıştır.

Çolak neslinin Hıristiyan olarak yaşamını sürdüren kolu XI. Asırda Selçukların baskısıyla Kırım’a göçmüşler. Böyle hesap ediliyor ki, Sudak Şehrinin arşiv salnamelerinde yani 1249. Yılında Çolak adının yazıldığı görülür. Türk asıllı Hıristiyan din adamı Çolak onların son isimlerinden biridir.

Çola, Çolak ve Çola-Kert adlarını yazdıktan hemen sonra benim elimdeki bilgilere dönelim. Babamın ve amcamın bana bıraktığı bir küçük yazıda şöyle bir bilgi vardı.

»Esas bizim kökümüz Diyar-ı Bakır’dan gelmedir. Erzurum’da kalmışlar ondan sonra Yeşil Göle’ye gelmişler. Yeşil Göle de Kümbetli de kalmışlar. Ondan sonra Hoşdülbent’e gelmişler. Bu Köyün mülkiyeti bizimdir. 1289 tarihli tapularımız, Ankara da Ardahan da Yeşil Göle Tapu dairesinde mevcuttur.«[viii]

Sözün bu noktasında Hoşdülbent Köyü’nün elimizde bulunan tarihini verelim az bilgide buradan gelsin diyelim. 

Hoşdülbent Köyü / Göle:

Hoştülbent, Ardahan ilinin Göle ilçesine bağlı bir köydür.
Kaynak: Vikipedi, özgür ansiklopedi / Hoştülbent Köyü...
Tarihçe:
Hoştülbent köyün bilinen en eski adıdır. Nitekim 1886 tarihli Rus nüfus tespitinde "Hoştulbent" (Хоштульбент), 1928 tarihli Osmanlıca köy listesinde "Hoşdulbend" (خوشدولبند) olarak geçer. 

Hoştülbent köyü, orta çağda Gürcistan'ı oluşturan tarihsel bölgelerden biri olan Kola'da yer alır. Nitekim bu bölgeyi Osmanlılar 16. yüzyılın ikinci yarısında Gürcülerden ele geçirmiştir. Türkçe Göle olarak bilinen Kola bölgesi, uzun süre Osmanlı egemenliğinde kaldıktan sonra, 93 Harbi'nin ardından 1878 yılında imzalanan Berlin Antlaşması'yla Osmanlı Devleti tarafından Rusya'ya bırakıldı. 

Köyün adının geçtiği ilk kaynaklardan biri olan 1886 tarihli Rus nüfus tespitinde köy Ardahan sancağının Göle kazasına bağlıydı. Köyün nüfusu 116 kişiden oluşuyordu. Hoştülbent'in nüfusu 1896 yılında 126 kişi, 1906 yılında 241 kişi olarak tespit edilmiştir. Hoştülbent köyü, Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda Rusların bölgeden çekilmesinin ardından bir süre fiilen Ermenistan'ın sınırları içinde kaldı. 16 Mart 1921'de imzalanan Moskova Antlaşması uyarınca Hoştülbent Türkiye'ye bırakıldı. 

Hoştülbent, 1928 tarihli Osmanlıca köy listesinde Latin harfleriyle "Khoch dulbend" (خوشدولبند) adıyla Kars vilayetinin Göle kazasının merkez nahiyesine bağlıydı. 1940 genel nüfus sayımında "Höşdölbent" olarak kaydedilmiş olan köy, aynı idari konuma sahipti ve nüfusu 358 kişiden oluşuyordu. 1965 yılına gelindiğinde, adı "Hoşdülbent" diye yazılmış olan köyün nüfusu 501 kişiye ulaşmıştı ve bu nüfus içinde sadece 115 kişi okuma yazma biliyordu. 

Coğrafya: Hoştülbent köyü Ardahan il merkezine 56 km, Göle ilçe merkezine 12 km uzaklıktadır.

Ne demişti benim babam . »Esas bizim kökümüz Diyar-ı Bakır’dan gelmedir« evet, bütün bilgilerim gelip buraya kilitleniyor. Bu yerlerden yürümüşüz gibi bir çağrışım oluşuyor. Bu da bir başka bakış açısı. Sözün bu sahasında Diyar-ı Bakır tarihine kısa bir göz atalım. Bakalım bu tarih ne diyor bizim için. Kitabın içinde 165/166. Sayfasında Kaleler ve kentler başlıklı yazının girişini okuyalım.

»Kaleler ve Kentler:

Kaleler, bir dağ yahut bir tepe üzerinde inşa edilmiş müstahkem binalardır. Kalın duvarlarla örülen bu binalar, düşmandan korunmak amacıyla yapılır. Duvarlarda düşmana saldırmaya uygun siper ve mazgallar bulunur. Safevilerden sonra Kürt beylerinin egemenliğine verilen bu kaleler, genellikle güçlü bir bey ailesi ve onun etrafında toplanan değişik aşiretlerin yerleşim sahasını teşkil ediyordu.

Sözü edilen bu kentlerde, yakın zamana kadar genellikle Türk ve Türkmen nüfus bulunurdu. Türk ve Türkmenlerin göç ettirilmesiyle yerlerine sözü edilen Kürt Beylerinin yerleştirilmesi tarihin bir başka gerçeğidir. Siirt, Şanlıurfa ve Mardin gibi illerimizde yakın zamana kadar Türk ve Türkmen nüfusunun yanı sıra, Arap nüfus baskındı. Günümüzde bile Ahlat, Adilcevaz, Erciş gibi birçok kentte Türkmen nüfusunun baskın olduğu kaynaklarda yazılıdır.

Diyarbakır gibi Akkoyunlulara başkentlik yapmış bir kentin, yakın zamana kadar bir Türkmen şehri olduğu ise herkesin malumudur. Bugün bile "Has Diyarbakırlı" deyince Türkmen kimliğine vurgu yapılır. Muş'un da benzer bir süreçten geçtiğini biliyoruz. Diyarbakır'ın Çınar ilçesinde Balkan muhacirleri yakın zamana kadar baskın nüfusu teşkil ediyordu. Buna benzer bir dizi örnek daha sıralamak mümkündür.«[ix]

Aynı kaynaklardan aktardığım, bir başka alıntıdan söz edelim. Ardahan tarihi olarak bilinen yazıda şöyle bir alıntı yapmalıyım. Bu alıntı, Diyar-ı Bakır’dan bizim sürgün edilerek Göle’ye geldiğimiz tarihi belgeliyor demeliyim.

Yıl 1551'de Erzurum Beylerbeyi Sarı İskender Paşa ordusuyla Şah Tahsmab'a bağlı Atabek II. Kayhusrev'in ülkesine yürüdü. 13 Mayıs 1551 de Ardanuç fethedildi. Ana koldan ilerleyen Paşa, Göle, Hanak, Ardahan ve Hoçuvan kesimlerini alarak, Osmanlı hududunu Çıldır ile Poskhov'da Kısır ve Ilgar dağlarına dayadı.

Atabekler hükümetinin son yurdu III. Sultan Murad çağında Safevi-Osmanlı savaşları sonucunda Osmanlı Devleti'ne bağlandı. Diyarbakır’dan getirilen Osmanlı  Devletine sadık olan aşiretleri Göle'ye, Hoçvan'a ve aynı bölgede değişik yerleşim yerlerine yerleştirildi. Bu aşiretlerin kökeni de anonim Oğuz kaynakları Şerefname ve İskendername’ye göre Oğuzlara dayanmaktadır.«

Yani bu getirilen aşiretler köken olarak Oğuz boylarına dayandığı yazılıyor. Tarih olarak 1551 olduğuna göre bizim Göle’ye geliş tarihi böylece belirlenmiş oluyor. Yani biz 1551 yılında Göle’ye getirilmişiz.

Tarih 1551 desem doğru demiş olurum. Kimleri nasıl tanımlarım bilemiyorum. Bildiğim tek şey o güzel söz. Bugün başka insanların dilinde ve başka tanımlamaların içinde olduğunu söylüyorum.

Beylik bir başkasının verdiği unvan değildir. Beylik yaşadığın toprağın sana bahşettiği bir unvandır. O topraklar geçilince beylikte geçilirmiş diyordu babam. Ben bu sözü böyle ezberledim.

Bu toprağın beyleri, özünde taşıdıkları beyliklerini bu topraklara bırakıp Kafkas diyarına gittiler, bir daha bu topraklara gerisin geri dönmediler.

Kimileri yayan gitti, kimileri at sırtında, kimileri kağnı ile sürgün gittiler bir daha dönmediler. Ağıtlar söylendi bu gidişlerine. Oysa ağıt yakanlar da sürgün yollarındaydılar. Ağıtlar sese, sesler rüzgara, rüzgar yağmura karışmıştır.

O güzel küheylanlar Kafkas yollarına rahvan oldular. Yorga gidişleri halaylara yansıdı. Diz kırma, mendil sallama, ses sese katma uzun destanları oluşturdu.

Seslendi eli kınalı gelinler, beli kemerli kızlar olanca güçlü sesleriyle yeşil dağ yamaçlarına ezgilerin en ağırını.

Nen eyle nen eyle Çolak nen eyle / çık Kafkas dağından bize el eyle…

Sürülenler Oğuz boylarıydı
Bu göçmenler Oğuz Beyleriydi,
Çolak, Uti, Çumlak, Çor,
Er, Turdu, Avşar ve başkaları.
Yurtlarını terk ederken
Diyar-ı Bakır sürgünleri
Yorgundular...

Bu toprakların yaşı bilinmiyor
Şehrin kuruluşu da
Diyar-ı Bakır
Tekçe sarı renkli bakırıyla değil
Oğuz yurdu Türkmen Beylikleriyle bilinir
Bu adlarla anılırdı
Bu diyarın Ulu Beyleri
Bozgoyunlu
Firuz Oğlu Şahin Bey
Kardaşı Kenan
Kurt Bey
Kinyas Oğlu Çolak Bey
Adıyla anılan beylerin meskeniydi. 

Sürgünler gidiyor turna sesiyle
Sürgünler gidiyor Oğuz yurdundan
Sürgünler gidiyor Kafkas Dağı diyarına
Diyar-ı Bakır’dan yola çıktılar

Bu ses diller ezberi olmuş,
Destan diliyle dersek,
Sürgün günlerinden beri bilirim
Çok sular seller gelip geçmiş
Mavi gök gürleyende
Çok yağmurlar yağmış
Yada taşı kutsama töreniyle*
Şamanca

O yeşil ovalarda
Göklü çemen üstüne
Daha ağ çadırlar kurulmuyor
Av avlayan
Kuş kuşlayan Oğuz Beyleri
Bir anda ah demeden
Yahşi küheylan atlarına binip gittiler
Gidiş o gidiş bir daha dönmediler.

Elimde ikinci bir yazı var. Bu yazı, »dedelerimizin isimleri« diye yazılmış ve bana verilmişti. Bu liste köye ilk gelen ve Çolak Umo adıyla anılan dededen başlıyor. Aynen şöyle: »Çolak Umo, oğlu Ömer, oğlu İbrahim, “Ataş Bin-i İbrahim”[x] deniliyor notun üstünde ayrıca. Burada bir başka bilgi daha var. Ömer’in iki oğlundan söz ediliyor. Birincisi İbrahim, ikincisi Musa, böylece soy burada ikiye ayrılıyor.[xi]

Evet, bizim soyumuza Çolak diyorlar. Çoğul olarak ise Çolaklar deniliyor. Büyük büyük büyük dedemizin Çolak olmasından kaynaklanıyormuş. Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde, dahası Irak Telafer de hatta kırım dolaylarında yaşayan Çolakların hemen hemen hepsinin de anlatımı aynı gerekçeyle yazılıyor. Diyorlar ki, bizim büyük büyük büyük dedemiz Çolakmış ondan bize Çolaklar deniliyor.

Yani yukarıda da sözünü ettiğim Kinyas Bey’in oğlu Çolak’tan bu yana bu sülaleye Çolaklar deniliyor diyebilirim. Bu denilmeden yola çıkılarak bu sülalenin içinde yaşayan her insanın adının başına Çolak sözcüğü eklenir. Çolak Ömer, Çolak Asker, Çolak Bektaş, Çolak İbrahim gibi. 

Bir başka betimlemeyi de yazmalıyım, sözün bu noktasında, genelde bizim sülalede isimlerin sonuna Han sözcüğü eklenir. Bu bir gelenek gibi uygulanır. Bedirhan, Hasan Han, Alihan, Elbeyi Han, Ataş Han, Ayhan, Deniz Han, Oğuz Han, gibi yazılır ve söylenilir. Han sözcüğü Oğuz Han tanımlamasıyla günümüze yansımasıdır.

Sözün bu noktasında Telafer bölgesinde yaşayan Çolaklar hakkında küçük bir bilgi vermeliyim. »Aşur evi olarak da anılan Çolak Aşireti[xii] Şii olup, 3000 nüfusu ile Telafer'in büyük aşiretlerinden birisidir. Çolak Aşireti, Sünni Kaplanlı Aşireti ve Hayyolu Aşiretleri ile amca çocuğudur. Aşiret Emirbeyli Türkmen'dir, Maraş kökenlidir. Aşiret Talia Semtinde Çolaklı bölgesinde ikamet etmektedir. Bir kısım Çolak ise Muallimin semtinde ikamet etmektedir.

Aşiretin reisi Veli Ali Çolak gibi görünse de Faysal Mahmut Çolak'tır. Milli kimliği ve milli bilinci yüksektir. Çolaklıların Köylü Evi kolu Sünni’dir ve bu kolun lideri Ebu Serhan Hüseyin Ali Köylü'dür.«[xiii]

Güney illerinde Arap dili etkinliği nedeniyle Aşiret sözcüğü kullanılsa da Kuzey- Doğu yöresine geçildiği zaman, aşiret sözcüğü yerine oymak, sülale gibi sözcüklerle değişime uğrayabiliyor.

Elimizdeki bilgileri sırayla aktaralım. Bu bölümü Tarihe dönüş olarak adlandıralım. İlk varlığımızı tespit ettiğim. Eldeki bilgilere göre bilinen devletin adı »Albanya ya da Kafkas Albanyası, Arran Krallığı«[xiv] Onunla başlayalım. Alban Devleti ile başlarken bu devletin bir vilayeti olan »Çola Vilayetinden ve Çola Vilayetinde yaşayan insanlardan söz edelim. Bu insanlar bugün bile Çolalı adıyla anılıyor yani Çolalı, Çolalılar. Zamanla şive[xv] değişimine uğrayan bu sözcük değişik şekillerde yazılara aktarılmış diyebilirim.

Albanya devleti tarih sahnesine çıkmadan önce, Çolaklar beylik konumundaydılar. Yani Alagöz Dağı eteğinde Çola-Kert bölgesinde önemli bir beylik olarak bulunuyordu. Daha sonra M.Ö. 5. Yüz yılın sonu ile 4. Yüz yılın başlarında 26 Türk beyliği ile bir araya gelerek yani 26 beylik ile birleşerek Albanya devletini oluşturuyorlar. Albanya da bir beylik adıdır. En büyük beylik olduğu için oluşan devlete bu beyliğin adı veriliyor.

Albanya Tarihinde Çolak - Çola-Kert Beyliği.

Çolak, Albaniya’nın Kinyaz[xvi] neslidir!.

»Albanya devletinin[xvii] M.Ö. 4.-3. yüzyıllarda kurulduğu varsayılır. Kuzeyinde Kafkasya dağları, doğuda Hazar Denizi, batıda İberiya, güneybatıda Ermenistan, güneyde Atropatena[xviii] »Azerbaycan« Devleti ile sınır komşusu oluyordu. Nitekim eskiçağ Albanya toprakları bugünkü Azerbaycan Cumhuriyeti’nin tamamı, Ermenistan Cumhuriyeti’nin büyük bir bölümü ve Gürcistan’da Alazan ile İori nehirlerinin vadilerini kapsıyordu.

Tarihi kaynaklara göre, Albanya’da 26 Beylik bulunuyordu. Devlete adını veren Alban Beyliği, Kuzey Azerbaycan’da en büyük beyliklerden biriydi. İşte bu yüzden tüm ülkeyi Albanya adıyla isimlendirmeye başlamışlardı. Eskiçağlarda Albanya, yabancı işgalcilere karşı kararlılıkla savaş vermiş ve bağımsızlığını sürdürmeyi başarmıştı. Başkenti Kabalaka »Gebele« ve Berde kentleri olmuştur.[xix]

M.S.1.yüzyılda Albanya’yı Hükümdar Arran yönetiyordu. Aynı dönemde Albanya toprakları Aras nehrinden Kunakert Kalesi’ne »Kazah-Borçalı Bölgesi« kadar uzanıyordu. M.S. 314 yılında Alban Hükümdarı Urnayr Hıristiyanlığı kabul etmiş ve Albanya’nın resmi dinini Hıristiyanlık olarak ilan etmiştir.

M.S. 705. yılında Arap işgalleri üzerine Albanya’nın varlığı son bulmuştur.[xx] Bu dağılım özünde büyük göçleri gündeme getirmiştir. Bu göçler zamanla destanlara konu olmuştur. Aster ve Karam »Aslı İle Kerem« adlı muhabbet destanı dediğimiz, aynı zamanda da göç destanı sayılan önemli bir destandan söz edebiliriz. Bu göçlerle ilintisi olduğunu düşündüğümüz bir şiiri okuyalım.

Köç-köç oldu köçdü eller obalar
Yol saldılar bu dağ o dağ üstünden
Dedim Kerem getmeginen kal burda
Götürmeyek dodağ-dodağ üstünden

Ağır leşker üstümüze car oldu
Dağıldı dövletim tar-u mar oldu
Ahdı gözüm yaşı gilenar oldu
Nece düşer şebnem yarpağ üstünden

Eslı Han der meni getirdin cana
Od tutub alışdım çekdim zebana
Alagöz Kerem’i versinler bana
Eylesinler nasağ nasağ üstünden

Şiirin son dörtlüğünde geçen mahlas dediğimiz isim »Esli Han ile Kerem Han, ya da Kerem Kan«, Yani bizim Anadolu söylemi olarak »Han Aslı ile Han Kerem« bildiğimiz sözcüklerin, »Oğuz Kağan Destanında Bahis Konusu Olan Hükümdarlar, Sülaleler, Şahıslar ve Hadiseler« başlıklı bölümünde geçen isimlerden yola çıkarak bir iz aradım. Gördüm ki, birçok isim aynen bu listede geçiyor. Yani bir yerde bu kişilerin destanları oluşmuş.

Islı Han »Esli Han«
»Dağıldı dövletim tar-u mar oldu«

Diyen İsli »Esli« Han kimdir hiç araştırıldı mı?

Bir başka isim, Kerence Hoca, yani Kerence Han ile Kerem Han tiplemesi arasında ne gibi bağlar vardır?

Bir başka açıdan söz edersek şöyle bir bilgi var elimizde, bu bilgi Albanya Devletinin nasıl bir yapıya sahip olduğunu açıklıyor. Albanya Beylik sistemiyle var olan bir devlet. Bu beylik sistemi daha sonra birçok devlet yapısında da görülecektir. Selçuklu ile Osmanlı devletlerinin beylik sistemleri aynen Alban devlet sistemine uygundu.

Hemen şunu söylemek gerekiyor. O dönem Alban Devleti Hristiyan bir toplum olup Arap akınlarına karşı uzun zaman savaşmıştır. Savaş sonrası yörede dağılma başlamış, M.S.705 yılında Arap işgalleri üzerine Albanya’nın varlığı son bulmuştur. Tüm kültür varlığı yok sayılmıştır. Albanya’nın dağılmasıyla, bütün beylikler gibi Çolaklar, yerlerinden yurtlarından göçerler. İlk göç Albanya’dan, Gürcistan’ın Kaheti Krallığı adıyla bilinen topraklara olmuştur. O dönem tarihçilerin yazdığına göre, Kaheti Krallığının ana kentlerinin ahalisi Gürcü değildir. Arap saldırılarından kaçıp o kentlere yerleşen Türklerdir. Yine tarihçilerin dediğine göre, »Çolak nesli Kaheti’ye Albanya’dan gelmiştir«.

Albaniya’nın en döğüşken nesilleri işgalcilere boyun eğmediler. Kaheti Krallığı’nın dağlarına çekildiler. Alazan ve İori çaylarının meşeli sahillerinde yurt-yuva kurdular. Onların boylarına Çolak, Uti, Çumlak, Çor, Er, Turdu ve başkaları deniliyordu.

Dağılan Alban beylikleri ve beylikler içindeki boylar ya da nesiller, bu göçüşler esnasında gidilen ülkelerin kimlikleri altında gizlendiklerini de yazılı kaynaklar veriyor. Bu sözü edilen küçük Alban göçebeleri hiçbir zaman Gürcü, Ermeni, Rus, Fars, Arap ya da bir başka halk olmamışlar. Yani kimlik almak demek başka, bir halktan olmak ise bir başka olaydır. Bu olaya bir örnek vermek gerekiyorsa, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan Kürtler, Lazlar, Araplar ve daha başka var olan azınlıkların Türk kimliğini almaları gibi birtakım olaylar elbette yaşanmıştır.

Kaheti şehrinin şöhretli nesillerinden birinin adı Çolak olmuştur. Albaniya Tarihinde Bu neslin adı Çolax, Ermeni tarihçilerinin eserlerinde de Çolak olarak yazıya geçmiştir. Gürcü salnamelerinde ise, Çolaka ya da Çolakaşvili şeklinde yazılmıştır. Hemen hemen bütün yazılı kaynaklarda farklı şekillerde yazılmış olsa da Çolak ya da Çolakaşvili adıyla bilinenler menşece »Kökence« Türk olmuştur deniliyor. Yani Çolaklar köken olarak Türk’tür.

Gürcistan edebiyatında Çolak neslinden görkemli şair ve devlet adamları çıkmıştır. Bu şairlerden birisi de Kraliçe Tamar[xxi] döneminde yaşadığı bilinen ünlü şair Şota Rustaveli, Aran neslinden çıkmıştır. Gürcistan edebiyatında önemli bir isim olarak kabul edilen Şota Rustaveli’nin devamı ve onun yolunda gittiği kabul edilen Nodar Çolakaşvili ise köken olarak Türk’tür.

Çolak neslinden olduğu bilinen, Nodar Çolakaşvili[xxii] Nadir Şah’ın Dehli seferine iştirak etmiştir.[xxiii] Yine yazılı kaynaklarda şöyle bir bilgi var. Çolak neslinin tayfa başçıları Emir Teymur’un »Timur« zamanında Arhavi eyaletinde hür bir beylik olmuşlar. Arhavi Çolak neslinin beylik olarak yerleştiği bir başka yerdir.

Aynı zamanda bilinen şudur ki, Şota Rustaveli Aran neslinden çıkmıştır. Şota Rustaveli’nin yolunda giden, onu takip eden Nodar Çolakaşvili ise köken olarak Türk’tür. Dolayısıyla Yakup Çortaveli Türkmenlerin Çor, İakov sarukaski yani sarı neslindendir.

Anadolu Topraklarında Çolaklar.

»Çolaklar »Çolaklu« oymağı: Mavalı oymağının, bir kolu olarak, Kara Koyunlu, Muhallebiye, Reşidiye’de bulunmaktadır 1411-1470 yıllarında hüküm sürmüşlerdir, Kara Koyunlu devletini kurmuşlardır.«[xxiv]

Sayın Yusuf Halaçoğlu’nun hazırladığı, Türkiye’nin Sosyal Ve Kültürel Tarihi Projesi, Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar (1453-1650 / Türk Tarih Kurumu Basımevi / Ankara / 2009.

Bu büyük çalışmanın içinde birçok yerde Çolak ve Çolaklu Cemaati adı geçmektedir. İç sayfalarda Osmanlı Tahrir Defterine Göre Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymakların listesi veriliyor. Bu listede şöylesi bir sıralama verilmiştir. Cemaat Adı, Taife, Grup, Boy, Yurdu Kaynak gibi başlıklarla sunulmuştur. Üç ayrı yerde verilen Çolak ve Çolaklu adı şöyle sıralanıyor,

Çolak / İbrahimlü Cemaati / Maraş Yörükleri / Bunsuz Cemaati / Avşar / T 00 / Yassı Pınarın da (Etkinlik)  Kars-ı Maraş S. Elbis-stan Kazmancılık / Kanuni Devri.

Çolaklu / Maraş Yörükleri / Anamuslu Cemaati / Avşar / T 23/47 Kargılık Kışlak Kızılca Çukur Kışlak / Maraş S. Sene( 1563-64)

Çolaklu Cemaati / Maraş Yörükleri / Anamuslu Cemaati / Avşar yazıyor ve devam ediyor bilgiler genelde ilk verilen bilgilerle aynısı demeliyim.

Çolak neslinin bir kolu XVI yüz yılda Anadolu’da göçebe bir yaşam sürerken, Anadolu Yörükleri arasında görülür. Bu XVI. Yüzyılda Anadolu’da yaşayan Yörüklerin bir başka kolu Osmanlı iskân yasasına kadar göçebe yaşayan daha sonra Diyar-ı Bakır oralardan Kafkaslara gönderilen oymaklar olarak bilinirler. 
[xxv]

Diyar-ı Bakır yöresinde isim taraması yapıyorum, Faruk Sümer’in »Oğuzlar Türkmenler« kitabında belli isimlere ulaşıyorum. Bu kitaptan bir küçük alıntı alıyorum yazının bu bölümüne. Bu küçük alıntıda geçen bir yer adına vurgu yapıyorum. Sadece bendeki notun tamlamasıdır bu küçük bilgi.

»Beydililer yerleştikleri yere Colab diyorlardı. Colab »Cüllab« aslında Urfa’nın doğusunda bir şehrin ve akar çayın adıdır. Evliya Çelebi, Çolab-dan bir kasaba gibi bahseder. Beydili boyu Harran’ın altındaki Ayn-Arus ve Ağcakaladan Rakka’ya kadar uzanır. Belik Çayı sahillerinde yerleştirilirken başçıları yani Ulubeyleri Bozgoyunludan Firuz Oğlu Şahin Bey, Kardaşı Kenan ve Kurt Bey idi.« bu alıntıda gözüme ilişen isim »Colab« Evliya Çelebi’de ise aynı yer Çolab olarak geçiyor. Sanki Çolab yer adı Çolak olarak değişime uğramış. Yukarıdaki yazıya bir daha bakıyorum. »Esas bizim kökümüz Diyar-ı Bakır’dan gelmedir« evet, bütün bilgilerim gelip buraya kilitleniyor. Bu yerlerden yürümüşüz gibi bir çağrışım oluşuyor. Bu da bir başka bakış açısı.[xxvi]

Bir başka kaynaktan söz etmeliyim. Daha doğrusu bu kaynaktan küçük bir alıntı yapmalıyım. Bu alıntı Anadolu topraklarında Çolak- Çolaklar oymağından söz eden bir bilgi okuyalım.

Denizli’de arşiv belgeleri ve saha çalışmaları olayında tespit edilen yani, Kaynaklarda adı geçen tüm cemaatleri yazmak yerine bize gerekli olan isimleri almakla yetindim.

Cevdet Türkay Osmanlı İmparatorluğunda Oymak Aşiret ve Cemaatler adlı eserinde on beş yıllık çalışmaları neticesinde yazdığı sonuç bölümünde şunları dile getirir:

Anadolu’ya Türkistan’dan 24 boy olarak gelen Oğuzlar, bulundukları sahada pek çok oymak, aşiret ve cemaat meydana getirmişlerdir. toplam olarak sayıları 7230’u bulmaktadır. Bu yoldaki araştırma ve incelemeler sürdürüldükçe, bu sayının çok daha fazla olacağını söylemektedir.” (Türkay, 1979).

»Abalıoğulları, Abanca, Acır-Acırlı (Bozoklardan), Aka-Akalar, Akyollar, Alakürk, Alaplı-Alaplu, Alifakihler, Aydın Yörüğü, Bahadınlar (Bahaeddinler), Balabanlar, Batra-Batralı-Batralar (Barza), Beğlili, Bozdağ Yörükleri, Buhurlar, Bulbuzlar, Büberler, Büyükayaklı, Bekmezli, Caber (Musacalı aşiretine bağlı olup, Bozoklar’ın Avşar boyundandır), Cura, Çatalobalılar, Çolak-Çolaklar, Çubuklu, Çulhalar, Çapan, Çil-Çilli-Çiller gibi isimleri yazmakla yetinelim.«[xxvii]

Çolak neslinin bilinen destanlarla ne gibi bir bağlantısı olabilir dedim ve var olan yaradılış destanlarına şöyle bir göz gezdirdim. En sonunda Uygur Türklerine özgü olan Türeyiş Destanı olarak bilinen destandan küçük bir alıntı yapmalıyım. Tarihi köken olarak kurtağzı olayını işlerken bir geçiş kapısı olsun istedim. Buyurun Türeyiş Destanı alıntısına.

Uygur Türklerinde ve Kafkas sahasında var olan Türeyiş Destanı

Bozkurt olayı Çolaklarda totemdir demiştim. Totem olayını kült olarak aktarırsak, Bozkurt kültü denilen bir söylence çıkar karşımıza.

Daha sonra Türeyiş Destanından söz etmek gerektiğini söylemeliyim. Bilinen olay şu, Türklerde bir tek kült yoktur. Değişik kültler vardır. Bazı oymaklar da ise iki ya da üç kült inancı vardır.

Uygur Türklerinde ve Kafkas sahasında var olan Türeyiş Destanı öz olarak Çolak oymağına yakın duruyor. Bu yakınlık kültürel görünüm olarak kendisini de gösteriyor. Oymak dediğim birliğin içindeki gelenek, göreneklerin tamamına bakılınca bunu görmek mümkündür.

Destanlar tarihini bildiğimiz yanıyla ele alırsak, şöyle demek gerekiyor. Uygur Türklerinin kendi tarihleri içinde yaratmış oldukları bir destandır. Bu Türeyiş destanı yaygın bilinen Göktürklerin Bozkurt Destanıyla benzek yanlarının olması. Anlatıla gelen diğer Türk destanlarında var olan ortak motif genelde Bozkurt olayıdır. » Gök-Börü« denilen hayvandır. Bu hayvan Türeyiş destanında başka bir boyut kazanmaktadır. Şimdi bu oluşumu görelim.

Türeyiş Destanında var olan, yani adı geçen eski Hun hükümdarlarından birinin güzel iki tane kızı varmış. Hükümdar bu güzel kızlarını insanlarla evlendirmeyi hiçbir zaman kabul etmemiştir. Bu hükümdar iki güzel kızının da tanrı ile evlenmesini istemiş. Bir başka söylencede ise Türklerde hükümdar kızları genellikle Tanrı ile evlenirmiş.

Hükümdar iki kızını tanrıya yakın insanlara uzak olan ve ülkenin kuzeyinde yer alan Ak-Dağ diye adlandırılan bir dağın üstüne kurduğu çadırın içine koyar. Sonra beklemeye başlar. Tanrı bu kızlarla evlenmek için Ak-Dağ üstünde ki bu çadıra gelir, ancak bozkurt görünümünde, bu iki kız ile evlenir. Ve böylece hükümdarın dileği de gerçekleşmiş olur. İşte bu iki kızdan türeyen Dokuz Oğuz- On Uygur çocuğun sesi bozkurt sesine benzer, bu çocuklar bozkurt ruhu taşıyarak çoğalırlar. Bu çoğalma öylece devam eder. İşte Çolak oymağı da bu çocuklardan gelmedir.

Çolakların yaşam biçimine bakılırsa, direk şaman gelenekleriyle birebir örtüşen yaşamları vardır. Uzun yıllar Müslüman olmalarına rağmen, bu gelenekler değişmemiş. Tam aksine İslam’a uyarlanmıştır. Buna bir örnek vermek gerekiyorsa benim içinde yaşadığım Çolaklar, beslediği tüm hayvanlara damga vururken, »bu damgaya Nişan diyorlar«. Tüm Çolaklar Kurtağzı nişanı vururlardı. Nişan yani damga, totem adına bir yanıyla kutsamak, bir yanıyla o hayvanı türlü tehlikelerden korumaktır. İnsanlar kendilerine de uygular bu yöntemi. Kurtağzı küpe, kurt dişi küpe takmak, kurtağzı gümüş kolye takmak, kurt dişi kolye takmak, kurtağzı tokalı kemer takmak, kurtağzı şekli verilmiş sopa kullanmak. Totem inancıyla bire bir yaşamaktır. Evin kapılarına kurt kemiği iliştirmek, evin bir duvarına kurt kuyruğundan yapılmış nazarlık asmak, korkuyu yenebilmek için kurt uluması benzeri bir ses çıkartmak. Babalar çocuklarına kızınca, »bir vurursam kurt gibi ulursun ha« demeleri totem inancının halen var olması anlamına geliyor.

Bozkurdun dişini cebinden taşıyan adam nazar görmez, hem uykuda sayıklamaz. Bozkurt’un dişleri kurutulur ve toz edilerek sürme gibi göze çekilirse o göz çok görür ve ağrımaz.[xxviii]

Bundan hareketle akşamları bir bıçakla, bir duayla kurtların ağzı bağlanır, sabah erkenden çözülürdü. Kurtların gücünde ölüm vardır. Yani, Kurtta, Azrail tüyü vardır. Bu yüzden kurt totem yasası içinde hep korkulan bir varlık olarak görülürdü.

Bu konuyu biraz açalım. Hayvanlara Kurtağzı nişan vurmak bir bakıma sahibi olduğumuz hayvanları kurtlardan koruma gibi bir yöntem diyebilirim. Türk damgaları arasında görülen bu damga… Çok yaygın bilinen ve kullanılan bir damgadır. Çolaklar bu damgayı halı, kilim, mezar taşı ve el işi dediğimiz tüm örgülerde işlerler.

Kurt ağzı bağlama Çolaklar sülalesinde bilinen bir olaydır. Bizim yörede bu işi Sofu Emmi yapıyordu. »Kurt ağzı bağlama duası Şems suresini bir nefeste okuyup bıçağın ağzını kapattın mı, nerde olursa olsun kaybolan canlıya ve sürüye asla kurt yaklaşamaz« derdi Sofu Emmi. Hangi açıdan bakarsan bak, bu bir inanç olayıdır.

Şimdi genelde yaygın olan bir küçük söz var onu da yazmalıyım. Bu da kurt ağzı bağlama duasıymış. Yazının bu bölümünde olsun istedim. Kurtağzı duası genellikle bilinen bir duadır. Buraya yazayım.

Kurtağzını kapa / Yolun olsun sapa
Bıçağımı yağladım / Kurtağzını bağladım

Anadolu’nun genelinde böylesi bir geleneğin çok yaygın olduğunu biliyorum. Bunun için Çolaklarda da böylesi bir olayın varlığını anlatayım istedim.

Bir başka inançtan söz edeyim. Nevruz »Yılgayak«[xxix] zamanı evlerin üstünde ot yakılır ve üstünden atlanırdı. Dahası anneler ya da nineler. Akşam ezanıyla evin etrafını demir bir çubukla daire şeklinde çizip kötülüklerin eve girmesini önlemek adıyla çizginin üstüne ise tane tane çizgi halinde un serilirdi. Çolakların erkekleri ve kadınları para kesesi diye taşıdıkları kadife bir torbanın üst kısmı büzmeli ve uzun ipli olmasının yanı sıra, kesenin dip kısmına uzunca bir çizgi olarak Dişi kurdun kurutulmuş cinsel organı dikilirdi. Bu inanç bereket anlamında tutulurdu. Bir başka olay ise, kurt sesi duyulunca, sonuna kadar dinlenilirdi. Yani kısaca kurt Çolaklarda bir totemdir. Bu totem olayı köylü olan Çolaklarda belirgin şekilde görülüyor.

Türk asıllı Çolak neslinin Hristiyan kolu XI asırda Selçuklular döneminde onların isteği üzerine kırıma gönderilmiştir. 1249 yılında Sudak şehrinin salnamelerinde bu bilgiler mevcuttur. Yine aynı yıllarda güneye gönderilen Türk asıllı Çolak neslinden söz ediliyor.

Bir kolu Hristiyan, Kırım’a gönderilir. Bir diğer kolu ise Müslüman oldukları için Anadolu içlerine dağılırlar. Müslüman olanlar ise, Şii ve Hanefi mezhebi olarak ikiye ayrılıyor. Bunlar Telafer bölgesinde yaşarlar. Ayrı ayrı mezheplerde olmalarına rağmen amca çocukları oldukları bilinir.

Umur Bey Soyundan Ömer Bey olmak

Soy şeceresini yazarken, şunu gördüm. Sıtmadan kaçarken mi, inançtan dönerken mi bu değişim. Her yönüyle belli oluyor. Bilinen anlatılar içinde şunu söylemek en doğrusudur. Kızılbaş kültürünü örtülü olarak terk etmek. Yani kısacası ad olarak Ömerleşmek. Her insanın yüreğinde yaşattığı bir inanç vardır. Bu inanç ata mirasıdır. Ölümüne korunur. Korunması gereken kültür. Şecere üstünde görülüyor. Tek isimde Ömerleşmek. Sonrası devri-devran.

Güney yaylalarından indirilip, pamuk tarlalarında köle gibi çalıştırılmak bir yana, bir de sıtmalı insanları teker teker gömmek bir yana. Göç isyan davuluyla yani isyan barıyla vurmalı.

Nen eyle nen eyle Çolak nen eyle
Çık dağlar başında bize el eyle

Yazının bu bölümünde kimseye anlatamadığımız bir kalıntıdır yürek acısı. Bilincimizde neyi nasıl taşıdığımıza bağlıdır inanç olayı. İnanç olayı bomboş sıtmalı bir yürekte olmak yerine, isyan barı çalan yürekle olmak, bir isimle Ömerleşmek, var olmak. Yürek babında bar sesiyle zincirleri kırmak. Ata kültürüne dönmek. Ata bilinciyle var olmak biraz ötesi geçmişi bilmek. Kızılbaş kültürünü tanımak. Oradan geldiğimizi anımsamak. Yani kültür olarak değil, isim olarak bir nefeslik can adına Ömerleşmek bizi bugüne taşıdı. Umur Bey oğlu Ömer Bey olmanın genel çizgisi. Değişimdir. »Ölüm adın kalleş olsun«[xxx] demeliyim.

Şimdi zulamız açılıyor. Saklı kalan ne varsa gün yüzüne saçılmalı, sonuçta ata mirası bir gelenek içinde zincirleri kırıp güneşin çocukları güneşe koşmalı bence.

Masal gibi bir yaşamın anlatısı. Bunu derken kendimi ve benim gibi olanları düşünüyorum. Kızılbaş Türkleri ve Türkmenleri Diyar-ı Bakır’dan sürgün eylemek, yerine Kürt Beyleri’ni yerleştirmek yaşantının bir başka yönü demeliyim. Kendi topraklarımızda kendimizi yabancı olarak algılamak acı bir olaydır bu böyle biline. Bu toprakların yerli insanı olarak sürgün yaşamak kader mi oluyor?

Çolak Neslinden olanlar hep aynı masalın gölgesinde yürümüşler. Göçebe bir toplum olarak yürüyenler adıyla anılan Yörüklerin içine karışınca, göçebe bir toplum olmuşlar. Ev ev, oba oba, köy köy, yayla yayla, şehir şehir, yerleşim sahasına girmişler ancak, her sahada hiç farklılık göstermeden Çolak adını benimsemişler ve unutmamışlar. Soyadı kanunu çıkınca her sahada değişik soyadı alsalar da Çolak neslinden geldiklerini unutmamışlar. Her yerde her zaman ısrarla Çolak neslinden olduklarını söylemişler. Çolak adından sonra, nesil ya da sülale tanımlamasını hep eklemişler. Yani, Çolak adının sonuna, Çolak Nesli, Çolak Sülalesi gibi bir tanımlamayla var olmuşlar.

Biz bildiğimiz dokuz kuşak ötede olan dedenin Çolak olduğunu söyleriz. Bir başkası da kendi kuşağını sıralarken, aynı anlatıyı ekliyor. Falan dedemiz Çolakmış bize ondan Çolak diyorlar. Oysa bizimde söylediğimiz dede değil daha gerilere gitmek ve daha gerilerde aramak gerektiğini düşündüm. Sonuç kaynaklar tam iki bin beş yüz yıl geriye gidiyor. Bu geriye gidiş bize bir doğruyu aktarıyor. Onu bilmek bildiğimizi de pekiştirmek gerekiyor.

Soy şeceremi yazmadan önce yukarıya eklediğim bir bilgiyi yazının bu bölümünde tekrar vermek istiyorum. Çünkü bu bilgi bir anlamda başlangıç noktasını belirliyor demeliyim. Hemen şunu eklemeliyim. Kinyas Bey ve oğlu Çolak yani Umur Bey ilk belirlenen tamlamadır. Sonra Çola-Kert olarak adlandırılan yer. O halde buyurun yukarıya aldığım o bilgiyi yeniden okuyalım ve benim belirlenen soy şecereme geçelim.

Kaheti şehrinin şöhretli isimlerinden biri olan Kinyas Bey Araz Çayı’nı geçip kendi adına miras deyip, bir yaşayış meskeni olarak seçtiği yerleri oğlu Çolak’ın adı ile Çola-Kert »Çolak Bahçesi« olarak adlandırdı. Bilmiş ve kabul etmiş olalım ki, Araz Çayı’nın totem adı Alagöz’dür, demeli ki, Çolak Alagöz neslinden çıkmıştır. Öz olarak Kinyas Bey’in oğludur diyor tüm kaynaklar. Alagöz Dağı’nın eteğindeki Çola-Kert yerini kendilerine yaşayış meskeni olarak seçmişler ve bu yörenin yerli halkı olarak kayıtlarda geçiyorlar.

Uzun sözün kısası yazının bu bölümünde kendi soy şeceremi vererek bitireyim. Buyurun, Diyar-ı Bakır sürgünlüğüyle başlayan ve elimde bulunan on kuşak soy şeceresi. Her kuşak arası kırk yıl olarak hesaplanırsa, ek olarak birinci kuşağa da kırk yıl eklersek on bir çarpı kırk tam dört yüz kırk yıl ediyor. Yani ben dört yüz kırk yıl geriye gidebiliyorum. Yanı kısacası 1551 tarihi böylece doğrulanıyor. Diyar-i Bekir sürgünlüğü ile başlayan ve belirlediğim kendi soy şecerem.

Bilinen soy şeceresi: Soy Ağacı:
  1. Kinyas Bey
  2. Oğlu Çolak Umo[xxxi] »Umur Bey«
  3. Oğlu Ömer
  4. Oğlu İbrahim
  5. Oğlu Ataş
  6. Oğlu Tahir
  7. Oğlu Halil
  8. Oğlu Fermani
  9. Oğlu Halis
  10. Oğlu Ozan & Kağan & Serkan.
Bazı isimler var ancak tam emin olmadığım için buraya yazmadım. Çolak Umo’nun babasının adının Kinyas, Kinyas’ın baba adı ise Kenan olma ihtimali var. Ya da şöyle demek gerekiyor, Kenan, Kenan’ın oğlu Kinyas, Kinyas’ın oğlu Çolak Umo elbette bu isimler net olmadığı için listeye eklemedim. Ayrıca bilgi olarak buraya aldım. Nodar Çolakaşvili ismi tüm Çolaklar olarak adlandırılan nesillerle ilintili midir tam bilemiyorum. Eğer ilintili ise benim soy şecerem Nodar Çolakaşvili ile başlamalı diyorum.

Son söz olarak şunu söylemeliyim. Biz Çolaklar sanırım Anadolu sahasında en eski yerli halkız. Bunu tarihi bilgi olarak Herodot söylüyor. Sanırım bu söz doğru, Asya içlerinden gelişler geri dönüşü anımsatıyor. Günümüzde Kırım Tatarları ve Güney Kafkasya’dan Mesket Türkleri de kitleler halinde göç ettirildi. Şimdi ise anayurtlarına dönüyorlar. Sanırım bizde böylesi bir gidiş sonrası dönüş olayını yaşamışız.

Kendi kendime düşünüyorum. Sözcüklerin üstünde gezinerek kendi düşüncemi yazıyorum ve diyorum ki, Çola şehri Göle şehri olmasın mı? Küçük Ardahan’ın Adı da Göle İmiş Kayıtlarda… Bir tekerleme aklıma geliyor. »Dön dolaş yine bana gel.« galiba döndük dolaştık yine kendi topraklarımıza geldik. Herodot’a göre Alagöz nesli, Küçük Asya ırkıdır.[xxxii] Çolak Alagöz neslinden çıkmıştır. Yani biz Küçük Asyalıyız. Küçük Asya Anadolu’dur bunu biliyoruz. Yani biz oralara Anadolu’dan göçmüşüz, bin yıl sonra yine aynı yere gerisin geri dönmüşüz. Yani, dönüp dolaşıp Yeşil Göle’ye gelmişiz. Hoş gelmişiz.[xxxiii]

Kaçak Çolak Ağıdı[xxxiv]

Gene dumanlandı dağların başı
Yetiş imdadına küçük kardeşi
Nerde emmioğlu Bücür yoldaşı
Nen eyle nen eyle Çolak nen eyle
Yayladan ovaya dön selam eyle

Ay ışığı vurmuş parlıyor taşlar
Şafak söktü oğul ötüyor kuşlar
Gene bu yollarda kervanlar işler
Nen eyle nen eyle Çolak nen eyle
Yayladan ovaya dön selam eyle

Çolak döndü viran kayada durdu
Bir gecede yedi zaptiye vurdu
İndi subaşına yolunu sordu
Nen eyle nen eyle Çolak nen eyle
Yayladan ovaya dön selam eyle

Heceden gel Kaçak Çolak heceden
Ay doğuyor yol üstüne geceden
Bahçıvan gözlüyor seni bacadan
Nen eyle nen eyle Çolak nen eyle
Yayladan ovaya dön selam eyle

Umo Halayı[xxxv]

Her meyvenin tadı var
Milletimin adı var
Düşman yenemez bizi
Bizde Umo kanı var

Alma armut dalları
Meyva verur her yeri
Bağını sever bülbüller
Gülü seven yar Gülli

Her meyvenin tadı var
Milletimin adı var
Düşman yenemez bizi
Bizde Umo kanı var

Alma düşer ezülür
Kızlar bara düzülür
Gelin geldi evime
Güllü Ana çağırır

Her meyvenin tadı var
Milletimin adı var
Düşman yenemez bizi
Bizde Umo kanı var.

Çolak Tekerlemesi! 

Umar umar Umar Bey

Şimdi oldu Ömer Bey 

Ömer Bey söz kaynatır

Yol üstü at oynatır 

Ömer Bey’in gelini

Saçı süsler belini 

İndim bizim çardağa

Yem dökerim ördeğe 

Yeşil ördek göllerde

Umar Bey’im yollarda 

Fındık fıstık cebinde

Kızıl kaya dibinde 

Bizi yolda gördüler

Bey’e haber verdiler 

Beyden atlı boşandı,

Keklik yola döşendi.

 

Keklik sana huş gerek

Dağlar aşan kuş gerek 

Kuşu vurdum uçurdum

Yedi deniz geçirdim 

Kızlar çayı geçende

Eğilip su içende 

Emmim oğlu Musacık,

Kolu budu kısacık. 

Vallah bize gelmedi

Hıngal falan yemedi 

Kapımdan geldi geçti

Mendili yola düştü 

Onu hemen ben gördüm

Mendili alıp verdim 

Ben İbrahim kızıyım

Emmioğluna yazıyım. »Bitti«

*
Bu çocuk oyun tekerlemesinin tamamını bulamadım. Bilen varsa tamamlasın.



Halis Kızılateş »Orhan Bahçıvan«
Hoşdülbent Köyü!





[i] Çomak: Değnek, sopa demektir.
[ii] Kaşgarlı Mahmud / Divanü Lügatit Türk Tercümesi (2 Cilt 4 Kitap).
[iii] Bu vilayet Çola (Derbent) geçidinden güneye doğru, yaklaşık Beşparmak Dağını ve Hazar kıyısı şeridini kapsıyordu. Vilayetin büyük şehirleri Çola ve Derbent idi. Movses Kagankatvatsi, Çola'nın stratejik öneminden başka, bütün Kafkasya'da ilk Hıristiyanlık ocaklarından biri olarak ideolojik açıdan önemli olduğu konusunda da bilgi veriyor. Albanya ya da Kafkas Albanyası, »Dağlık toprak«, Arran Krallığı…
[iv] Alagöz Dağı Türkçe olup, ilkçağlardan beri Azerbaycan Türklerinin yani Çolakların yaylak yerleri idi
[v] Çola-Kert: Bahçe,
[vi] Göle-bert: Bert: Divan-ü Lügat-it-Türk’e göre bert sözünün anlamı efendisinin köleden her yıl aldığı vergi.
[vii] Hasan Jalalyan 1989. 46
[viii] Babam Fermani Kızılateş ile Amcam Sürmeli Kızılateş’in bana verdiği yazılı bilgiler.
[ix] Kayıp Türkler Ali Rıza Özdemir 5. Baskı, Yayımlayan: Kripto Basım Yayım Dağıtım Ltd. Şti…
[x] Bin-i İbrahim, Arapça: Bin, »Oğul« ve bint »kız« anlamına gelen sözcüklerdir. Bin-i İbrahim ise İbrahim oğlu anlamındadır. Burada isim verilmiyor. Bin-i İbrahim, denilen kişi kim. Oğlu İbrahim’den sonra böyle bir not. Bana İbrahim oğlu İbrahim ismini çağrıştırıyor.
[xi] Babam Fermani Kızılateş ile Amcam Sürmeli Kızılateş’in bana verdiği yazılı bilgiler.
[xii] Aşiret: Arapça kökenli bir kelime olup aşire kelimesinden türemiştir. Birçok mana taşımasına rağmen "Geniş akraba toplulukları" anlamında kullanılmıştır.
[xiii] Irak yöresi Bayır Bucak Türkmen Aşiretleri.
[xiv] Arran Krallığı: Alban Devleti Arnavut Devletiyle, Alban Halkı Arnavut halkıyla karıştırılmamalıdır bunlar ayrı ayırı isimlerdir
[xv] Şive: Bir dilin, konuşulduğu sınırlar içinde, bölgelere ve değişik kültür düzeylerine göre söyleyiş özelliği.
[xvi] Bazı tarihçiler kadim devletleri çarlıklar, knyazlıklar, onların hükümdarlarını ise knyaz ya da çar adlandırırlar. Böyle ki, Azerbaycan arazisinde mevcut olmuş Kafkas Albania’sı devletini çarlık, hükümdarlarını ise knyaz veya çar adlandırılırlar. Yani Knyaz Yönetici Bey konumundadır.
[xvii] Kadim Azerbaycan devleti.
[xviii] Büyük İskender’in Azerbaycan’a devletine verdiği Yunanca bir ad olmalı.
[xix] Kabalaka: Azerbaycan’ın en eski yerleşim yerlerinden biri olan Kabalaka (Gebele) Kafkas Albaniya’sının başkentidir.
[xx] Tarihi Azerbaycan Devletleri, Bakü, 2012, s. 64, (Azerice).
[xxi] Tamar, Gürcistan Krallığı’nı 1184-1213 arasında yöneten ünlü kraliçedir. Hükümdarlık dönemi Gürcistan’ın “Altın Çağı” olarak bilinir. »Krallar kralı« ve "Kraliçeler kraliçesi” olarak adlandırılmıştır. Bagrationi hanedanından gelir. »Kaynak: Vikipedi«.
[xxii] Nodar: Gürcü dilinde var olan bir erkek ismi. Türkçede ise Nadir olarak bilinir ve söylenilir.
[xxiii] İzlandaca 1866. 12.
[xxiv] Türkmen Aile, Aşiret, Oymakları, Boyları, Kolları Araştırma (1), Sadun Köprülü.
[xxv] Eremeev 1969. 11
[xxvi] Faruk Sümer, Oğuzlar, Türkmenler Boy Teşkilatı Destanları.
[xxvii] Hacettepe Üniversitesi/Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yayınları, Oğuzlar: Dilleri, Tarihleri ve Kültürleri, 5. Uluslararası Türkiyat Araştırmaları Sempozyumu Bildirileri, Editörler Tufan Gündüz, Mikail Cengiz, Ankara / 2015.
[xxviii] Yalman,1993/II: 133 Yalman (Yalgın) A.R. (1993) Cenupta Türkmen Oymakları I-II, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.
[xxix] Yılgayak: Türk ve Altay halk kültüründe yeni yıl başlangıcı. Nevruz. Nevruzla eşanlamlı olarak kullanılsa da Yılgayak kavramının Nevruzdan en önemli farkı, sadece bir anlık olmasıdır. Cılgayak da denir.
[xxx] Enver Gökçe şiirinden bir dize.
[xxxi] Umo: Eski Türkçede yani Oğuzca'da inanç anlamında ki UM kökünden gelmektedir. Umi, umo sözlerinin ruh, kuş gibi anlamları olduğunu söyleyebilirim.
[xxxii] Herodot Tarihi: Halikarnasos’u Herodot'un yazdığı dünyanın ilk seyahat, tarih ve coğrafya kitabıdır. Herodotos, MÖ 484...
[xxxiii] Bu yazıyı hazırlarken yararlandığım en önemli kaynak İlhami Cefersoy’un tüm yazıları. Kendisine teşekkürlerimi gönderiyorum.
[xxxiv] Kaçak Çolak Ağıdı: Kaçak Çolak Destanı içinde geçen bir ağıt.  Sözlerini Ferman Baba’dan yazdığım bir ağıt.
[xxxv] Yöremizde oynanan bir halay türüdür. Bir diğer adı ise Alma Halayıdır.
*: 
Yada Taşı – Türk ve Altay mitolojilerinde Simya Taşı. Cada (Cata, Sata, Caya, Zaya) Taşı da denir. Türk mitolojisinde yağmur yağdıran sihirli taş.

Sarı Gelin Ezgisi!

Sarı Gelin Ezgisi! Bu dağlar Kızılgedik Dağları Vay Sinan Ölsün Sarı Gelin! Geçtim tüm kapıları ansızın Pencereleri öylece Dolaştım sokak...